22 Aralık 2011 Perşembe

Bir 28 Şubat klasiği; Menemen

Menemen olayı daha önce vuku bulmuş olsa da, zulmün şahs-ı manevisi zaman mefhumunu aştığından tarihlerin pek de bir önemi kalmıyor.

Bu hadise okullarda yıllarca, (her olayda olduğu gibi) tek taraflı anlatıldı; Şeriatçılar ayaklandı, amaçları laik cumhuriyeti yıkmaktı, bir askerin kafasını kesip yeşil sancağın ucuna takarak sokaklarda dolaştılar... vs.

Peki gerçekten böyle miydi yoksa 28 Şubat parodilerinde olduğu gibi bir tezgahla mı karşı karşıyaydık?

Menemen hadisesi, muvazaalı bir parti olan Serbest Cumhuriyet Fırkasının kapanmasından tam 1 ay 6 gün sonra meydana geliyor.

Ekim 1930 belediye seçimleri öncesinde düzenlenen mitinglerde Mustafa Kemal ve rejim aleyhine sloganlar atıldığı, özellikle İzmir mitinginde büyük olayların patlak verdiği kayıtlarda vardır. Seçimler gelip çattığında SCF'nin kazandığı 14 beldeden bir tanesinin de Menemen olduğu bilinmektedir.

Bazı tarihçiler Menemen olayıyla, bu seçim sonucunun bir bağlantısının olduğunu söylemektedirler. Eylül ayındaki Menemen mitinginde halk Ali Fethi Bey'e büyük tezahüratta bulunmuş ve yer yerinden oynamıştı. Çok sayıda muhalifin bulunduğu Menemen'de bir kumpas meydana getirilmek isteniyordu. Ve istenildiği gibi de oldu...

22 Şubat 1986'de "Atatürk'te İnsan Sevgisi" konulu konferansta konuşan Kenan Evren şunları söylüyor;

"Menemen'deki o hadise vuku bulunca Mustafa Kemal "Derhal orayı topa tutun, top yok mudur orada?" emrini vermiştir. Ve mahkeme sonunda da 33 kişinin idamını hiç acımadan tasvip etmiştir. Neden? Çünkü devlete karşı işlenmiş suçtur. Eğer Atatürk, şahsına karşı işlenmiş bir suç olsaydı, muhakkak ki onları affederdi."

Acaba Kenan paşanın, Atatürk'ün şahsına yapılan İzmir suikasti sonrasında idam edilenlerden haberi yok muydu?

Mustafa Kemal'e muhalifliğiyle bilinen Dr. Rıza Nur, 29 Aralık 1930 tarihli Fransız Matin gazetesinde Menemen hadisesiyle alakalı şunları aktarıyor. Bu görüşlerini daha sonra "Hayat ve Hatıratım" kitabında da neşrediyor.

"Dediğimiz oluyor. Mustafa Kemal'in milletin kendi aleyhinde olduğunu görünce yeniden bir terör yapacağına hükmetmiştik. Demek başlıyor. Zannımca bu isyan ehemmiyetsiz bir şey olacak. Belki hükümet tarafından teşvik edilmiştir. Çünkü teröre vesile yapılacaktır. Hatta Serbest Fırka erkanının da bununla müşterek olduğunu söylüyorlarmış. İşte ne kadar katliam edilecek menfaatlerine muzır görülen adam varsa, bu vesile-i cemile ile temizlenecektir."

Mustafa Kemal'in genel sekreterliğini yapan Hasan Rıza Soyak ise "Atatürk'ten Hatıralar" kitabında olayı, tıpkı Danıştay saldırısı sonrası kameraların önünde haykıran Tansel Çölaşan gibi en ince detayına kadar anlatıyor. Fakat olay gerçekleştiğinde Hasan Rıza Soyak'ın Menemen değil de Edirne'de olduğu da bilinmektedir.

"Son Devrin Din Mazlumları" kitabında Menemen hadisesinin iç yüzüne de yazan Üstad Necip Fazıl Kısakürek, olayın nasıl bir tezgah olduğunu şahitlerin ağzından anlatıyor;

"Sebep, tek olarak din güdücülerinin imhası ve halkın yıldırılması...
Bu esasi sebep etrafında iki tane de yardımcı sebep var. Birincisi; Serbest Fırka zamanında Menemen 7'sinden 70'ine kadar o tarafa geçmiş ve aynı günlerde kendisini ziyarete gelen Halk Partisi kodamanlarına "yuh" çekmiştir. Hükümetçe karar: "Menemen'e en tesirli bir gözdağı vermek lazımdır."

Necip Fazıl devamında, meclis mebusu olan Hasan Basri Çantay ve Salih Yeşil'in şahit olduğu şu olayı anlatıyor;

"O tarihlerde, içlerinde Mahmut Esat Bozkurt, Vasıf Çınar ve Şükrü Kaya'nın da bulunduğu bazı Halk Partisi büyükleri Bursa'da Adapalas otelinde zevk ve safaya batmış, günü birlik hayattan kâm almak için cümbüş içinde yuvarlanırken bir hadise oluyor. Otellerinin önünde duran taksi ve otobüslerden, bereli, kasketli, sakallı dini üslup belirtici kılıklarla bazı insanlar iniyor. Manzarayı yorumlayamayan kodamanlar hayretle birbirlerine soruyorlar; "Kimdir bu müslüman kılıklı adamlar? Yoksa bizden bir istekleri mi var?" Aralarından biri cevap veriyor; "Yok efendim, bizimle alakaları yok. Karşı otele İstanbul'dan bir Nakşi şeyhi gelmiş. Erbil'li Şeyh Es'ad Efendi, onu ziyarete geliyorlar." Ve o akşam bu kodamanların halkalandığı masada şu karar alınıyor:


Artık bu adamların köküne kibrit suyu dökülmesi gereken zaman gelmiştir. Bizzat mahkum kabul ettiğimiz Menemen'de bir hadise çıkartılacak, hadiseye rejime karşı bir kıyam süsü verilecek ve ondan sonra sürek avı halinde din elebaşıları devşirilip birer birer ezilecektir."

Aynen karar verildiği gibi olmuştu ve karşı otelde kalan Erbil'li Şeyh Es'ad Efendi'nin adı olaya karıştırılmıştı. Fakat Şeyh Efendi 90 yaşında olduğu için idam edilmemiş ve fakat duruşmalar esnasında vefat etmiştir.

Hemen hemen bütün kaynaklarda, olayın esas oğlanı olarak Mehdilik ilan eden Mehmed Giritli'nin adı geçiyor. Görüldüğü üzere, tarihin bir çok devrinde ve günümüzde olduğu gibi Mehdilik iddiasında bulunan bir deli daha karşımıza çıkıyor. Aslen Manisa Arpalan'lı olan bu adam, semt halkı tarafından nefret edilen bir esrarkeştir. Modern Hassan Sabbah olan bu manyak etrafına topladığı gençleri esrar içererek kendisine bağlıyor.

Necip Fazıl'ın anlattığına göre olayı planlayanlar Manisa ve köylerine gidip mahut kadroyu tespit ediyor. Mehmet Giritli ve adamlarının durumu büs bütün işlerini kolaylaştırıyor. Hele helen din mevzusunda abuk sabuk görüşleri olan ve Mehdilik hevesinde olan Mehmet'i bulunmaz kıymette kabul ediyorlar.

Çakma Mehdi Mehmet etrafına topladığı gençlerle Manisa'dan Paşaköy'e gidiyor. Oradan da Bozalar köyüne, ekip içindeki Sütçü Mehmed'in kardeşinin evine misafir oluyorlar. Evde iki baba ve iki oğul olmak üzere üç kişi var. Oğullardan büyüğü askerlikten yeni dönmüş. Misafirlerin hareketlerinden şüphelense de babasının emriyle onları sabah erkenden arabayla Menemen'e götürüyor. Ekip, kasabaya girmeden bazı işlerinin olduğunu söyleyerek arabadan iniyor. Yürüyerek ve yolda sık sık esrar molası vererek ilerliyorlar. Giritli Mehmet şunları söylüyor; "Artık Mehdiliğimi ilan edebilirim. Günü geldi." Ardından camiye girip senaryoyu aynen gerçekleştiriyorlar...

Bu elîm hadiseden sonra, farklı şehirlerden getirilen bir çok insan idam ediliyor. Bu insanların kim oldukları ve nerelerden getirildiklerinin belgeleri Tsk'nın sitesinde mevcut. İşte o belgelerden bir kaç tanesi;













Şehit edilen Kubilay'ın çavuşu olan Mahmut Özkan, 24 Aralık 1989'da Zaman gazetesine verdiği röportajda, olayın din boyutlu olup olmadığı sorusuna şu cevabı veriyor;

"Esrarkeşlerine din ile ne alakası var? Hınzır oğlu hınzırlar. Müslümanlar yaptı diyenler yalan söylüyor. Son olarak söyleyeceğim Menemen halkının suçu olmadığıdır. Bir de Kubilay'ın mermiyle öldürülmesidir."

Olay sonra havalide ne kadar hoca varsa hepsinin toplatıldığını da 25 Aralık 1988'de Zaman gazetesine röportaj veren Mustafa Kemal'in postası Hamiz Özdemir aktarıyor;

"Menemen hadisesi Atatürk'ü çok kızdırmıştı. Ne kadar hoca varsa hepsini topladılar. Bismillah diyeni topladılar..."

Mete Tunçay da "Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek- Parti Yönetiminin Kurulması 1923- 1931" kitabında Mustafa Kemal'in tavrını ve tavrın yanlışlığını şu şekilde anlatmaktadır;

"Olay yerinde şiddetle bastırılmakta kalmamış, uzaktan yakından ilgisi görülmeyenler hakkında da hemen kovuşturmaya geçilmiştir. Bu arada Gazi'nin Mareşal'e mektubunun yayımlandığı günkü gazeteler, içlerinde 90 yaşında olan Nakşibendi Kutbü'laktabı Esat Efendi'nin de bulunduğu 8 kişinin nezaret altına alındığını yazmaktadır. Oysa Nakşibendilik gibi ciddi bir tarikatın, cahil bir kimsenin Mehdi iddasını benimsemeyeceği açık olmak gerekir."

Bu olayın da Çerkez Ethem'e bağlanması hususunda Mete Tunçay "Bu kuşkuludur. O sıralar Türkiye'de devlete karşı her hareketi Ethem'e bağlamak adetti." diyor.

Hadiseden sonra Menemen'de sıkıyönetim ilan edildi ve infazlar oldu. Sindirilmiş ve korkutulmuş halk da 6 Şubat 1931'de tekrarlanan seçimde oyunu Cumhuriyet Halk Fırkasına vermişti. Zaten ne de olsa artık SCF diye bir parti yoktu...

Ahirzaman fitnesinin şahs-ı manevisi başarıyla bir oyun daha oynayarak emellerine ulaşmıştı.

Fakat unuttukları bir şey var; Oyun henüz bitmedi...

21 Aralık 2011 Çarşamba

İhvân-ı Müslimîn ve Nur hareketi

Birgün gazetesinin dünkü (20 Aralık 2011) manşeti aynen böyleydi. Birgün gazetesinin genç muhabiri Barış İnce, “Müslüman Kardeşler'den yeni Osmanlılar'a İslamcılık" kitabının yazarı Selin Çağlayan ile Müslüman Kardeşler üzerine bir röportaj yapmış. Röportajın bir bölümünde "Gülen hareketi ile Kardeşler örgütü arasında benzerlik var mıdır?" sorusu üzerine yazar benzerliklerin olabileceğini fakat siyasi anlamda farklılıkların da olduğunu belirtiyor.

Fakat fena halde cemaat takıntısı olan Birgün gazetesi röportajın sadece bu kısmını tırtıklayıp manşete çekiyor.

İhvân-ı Müslimîn ile Risale-i Nur hareketi arasında çok büyük farklar vardır. Bu farklılıklar her iki tarafın liderleri arasında bile açıkça görünüyor.

Aynı zamanda bir Risale-i Nur talebesi olan İsa Abdülkadir İhvân ile Risale-i Nur hareketinin arasındaki altı farkı muhabiri olduğu Bağdat'ın ed-Difa gazetesindeki köşesinde yazıyor. O yazı Bediüzzaman'ın önerisiyle Emirdağ Lahikası'na da ekleniyor.

İşte İsa Abdülkadir'in tespitleri;

Bağdat'ta çıkan ed-Difa gazetesi Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:

Türkiye'deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye'deki Nur talebeleri, Mısır'da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır?

Ben de cevap veriyorum ki:

Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn Cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur'âniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle farkları var:


Birinci fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar, tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil.

İhvan-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.


İkinci fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket bir dershane hükmünde, Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.

Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.

İhvan-ı Müslimîn ise, umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cemiyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar. Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiyatını verip, alıp, onlardan ders alıyorlar.


Üçüncü fark: Nur talebeleri, aynen, âli bir medresenin ve bir üniversite darülfünununun talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilâyet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.


Dördüncü fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu' edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü, meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır'da, Suriye'de, Lübnan'da, Filistin'de, Ürdün'de, Sudan'da, Mağrib'de ve Bağdat'ta çok şubeler açmışlar.


Beşinci fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur'ân okumak için elifbâyı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek, hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcular da var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur'ân-ı Mecîdin hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka birşeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. "Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar" diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.


Altıncı fark: Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kanaatle ve fakirü'l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur'âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla; ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalâlete karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faydalarından çekiniyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbap sebebiyle, Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.

10 Aralık 2011 Cumartesi

Bir nûr doğuyor Afrika'dan

Bundan 2 yıl 2 ay önce Güney Afrika'nın Johannesburg şehrinde temelleri atıldı Nizâmiye Külliyesinin. Ömrünü câmi ve imam-hatip lisesi yapmaya adamış Ali Kervancı ağabey hizmette sınır tanımayan eli öpülesi bir hizmet eridir.

Nizâmiye Külliyesi, Edirne Selimiye Camiinin 2/3 oranına göre tasarlanmış. 850 kişilik kapasitesi, bir İmam-Hatip lisesi, 250 kişi kapasiteli öğrenci yurdu, ortalama 150 kişi kapasiteli Kur’ân-Hafızlık Kursu ve yurdu, en az 10 üniteden oluşan bir klinik (Dâru’ş-Şifa), bir alışveriş merkezi ve mezarlıktan müteşekkil olan bu muazzam külliye çok yakında "hizmet"e açılacak.


8 Aralık 2011 Perşembe

Muhteşem sansür

Fethullah Gülen Hocaefendi 5 Aralık 2011 tarihli Bamteli sohbetinde ulemâ geleneği ve kanaat önderlerini anlatırken Kanuni Sultan Süleyman'dan ve onun hocalarından bahsediyor. Tam bu sırada bir tarihçiden öğrendiği bir bilgiyi aktarıyor. Kanuni Sultan Süleyman'ın cephede vefat ettiği, 46 senelik hükümranlığında sadece 1.5 sene sarayda (İstanbul) kaldığını söylüyor. Ve Muhteşem Yüzyıl dizisine ve diziyi çekenlere tepki gösteriyor.

Ben de sohbetin bu kısmını keserek, 6 Aralık 2011 Salı gecesi Youtube'a yükledim. Ve o güne kadar medyaya düşmemişti bu konu, fazla kimsenin de dikkatini çekmemişti. Ertesi gün baktığımda 302 kişinin izlediğini ve 51 yorum yapıldığını gördüm. Normalde eklediğim videolara yorum yazılmasına izin vermem. Zira Youtube yorumları vasıtasıyla ülke kurtaran, tartışan heyecanlı gençlerin varlığını gayet iyi biliyorum. Bir keresinde Çiçek Abbas videosunun altında "Ankaracücü gömer ulaaan!" yazdığını görmüştüm. Efsanedir Youtube yorumları. Her neyse...

Bu sabah (8 Aralık 2011 Perşembe)) Youtube'a girip videoyu bir arkadaşıma izletmek istediğimde videoya ulaşamadım. Giriş yaptığımda videonun bir gerekçeyle silindiğini gördüm. Silinmeden önce de 6157 kişinin izlediğini gördüm. "Biz ekliyoruz Youtube siliyor!" başlıklı gereksiz videolarla o kadar dalga geçtim ki, sonunda başıma geldi.

İşte Youtube'un gerekçesi;











Kısaca diyor ki; Telif haklarını ihlal ettiğiniz gerekçesiyle videonuz silinmiştir. Bir daha yüklerseniz hukuki sonuçlarına katlanırsınız.

O kadar demokratik bir site ki size reddetme, kabul etmeme gibi bir seçenek de sunmuyor. I acknowledge! Kabul edeceksin başka çaresi yok!

Bu dizi daha yayınlanmadan gündeme bomba gibi düşmüştü. Kanuni Sultan Süleyman'ın şehvetperest, hodfuruş, hodbin bir adam olduğunu, sarayda kadınlarla gününü gün ettiğini, saray ahalisinin de Dallas eşrafı gibi entrika, yalan, düzenbazlıklarla sarayı birbirine kattığını konu ettiğinden baya tepki çekmişti. Binlerce insan Rtük'e şikayet edip yayınlanmamasını talep etti. Ama nafile...

Tam da o günlerde; "Cemaat devreye girer bu diziyi de yayından kaldırtır!" türünden komplo teorileri dönüyordu. Videodan sonra daha da artacaktır...

Fakat benim merak ettiğim bir şey var;

Her hafta yayınlanan ve yayınlandıktan hemen sonra "hayranları" tarafından bölümleri Youtube'a eklenen bu dizinin, nasıl bir telif hakkı var ki buna göz yumup, benim yüklediğim videoyu kaldırtıyor?

Nasıldı o?

Dokunan yanar devletlüm dokunan yanar...

24 Kasım 2011 Perşembe

Zulmü alkışlarım!

Zulmü alkışlarım, zâlime taparım,
Makâmın selâmeti için geçmişimi göklere çıkartırım,
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hatta öperim!
Öpemem ki!
Hiç olmazsa hayırla yâd ederim.
Birkaç bin hemşehrimin ardından yas tutamam!
Hele “çık özür dile” dediler diye ölsem yapamam!
Doğduğumdan beri aşığım Kemalizme!
Bana hiç yanlış yapmış değil Ce-ha-pe!
Kıvırıyorsam, kim dedi çarkçıyım?
Disipline sevk eder, anında kovarım!
Doğruyu söyleyeni görmezden gelirim!
Cevap veremez de azar işitirim, laf yerim!
“Adam aldırma da geç git” diyemem aldırırım.
Lafın altında kalmam, hiç değilse demagoji yaparım!
Yırtarım, yırtarım belgeleri savurur atarım!
Zâlimin dostuyum, amma severim mazlumu,
Stockholm'un şu sizin lehçede manası bu mu?

23 Kasım 2011 Çarşamba

Diplomalı eşekler

Cahil insanlar, "okumayı" sihirli bir değnek sanırlar. Okumakla iş bitecektir. Çocuklarını okutacaklar, onlar da büyüyünce, yaşlı ana babalarına "bakacaklardır"... Çocuk, bir tür yaşlılık sigortasıdır.

Bu insanlar, okumak deyince elbette "ders çalışmayı ve sınıf geçmeyi" anlarlar. Ders dışı her türlü okuma zararlıdır, gözleri bozar, kafa karıştırır. Çocuğun harçlığını kitaba değil "boğazına" harcaması istenir.
"Meslek" deyince de akıllarına üç şey gelir: Doktorluk, avukatlık, mühendislik.

Haa, bir de "atom mühendisliği" vardır ki, cahil halk arasında "en makbul, en ileri meslek" olarak kabul edilir. Ne var ki, böyle bir mühendislik dalı yoktur. Ana baba herhalde bundan "nükleer bomba imal eden teknik elemanı" anlamamaktadır, daha çok "uzay" falan gibi çağrışımlar içerir bu saçmalık.

Eh, aile içi hiçbir eğitim de verilmediğinden, bunların okuttuğu çocuk da genellikle diplomalı eşek çıkar. Bunlar, iş bulur çalışırlarsa çalışan eşek, bulamazlarsa işsiz eşek olurlar.
Bunların üniversite hayatlarına küçük bir örnek: Geçenlerde, Dr. Cengiz Aktar, Devlet Bakanı Egemen Bağış'ı bir konuşma yapması için Bahçeşehir Üniversitesi'ne konuk etmiş...
Bağış, Avrupa Birliği'ni ve ilişkilerimizi anlatacak. Konuyla ilgili devlet bakanı.
Ayağına gelmiş, daha ne istiyorsun? Ankara'da peşine düşsen günlerce dolanırsın da işlerinin yoğunluğundan randevu alıp görüşemezsin...
Yuh çekmişler. Konuşturmamışlar.
Adam sanki Bulgar hükümetinin Türkiye'den tazminat isteyen zıpçıktı bakanı...
Çünkü piçkuruları "Avrupa Birliği'nin ne olduğunu biliyorlarmış"...
Biliyorsan dinlemezsin, mecbur musun? Git kantinde kızlarla kakara kikiri yap, sinemaya git, çay iç, ne halt edersen et...
Ya da bakan konuşsun, ondan daha iyi biliyorsan meseleyi, kalk soru sor, eleştir, görüşlerini çürüt, adamı müşkül duruma düşür, onu silkele, perişan et!
Ama konuşturmayınca "eylem koymuş" oluyorlar akıllarınca.
"Avrupa Birliği savaş demekmiş"... Bildikleri bu.
Bakanı konuşturmayınca da "memlekete sahip çıkmış" oluyorlarmış.

Öğrenme arzusu yok, tartışma görgüsü yok, dinleme terbiyesi yok, önyargı var, bağnazlık var, beton kafalılık var. Ne bildikleri de ortada. Bunlar üniversiteyi bitirecekler, anaları babaları da "oğlumuz okudu da adam oldu" diye sevinecekler. (Küçük bir örnek daha vereyim: Dr. Ali Bayramoğlu çocuğun sınav kâğıdını göstermişti de ikna olmuştum, gözümle görmeseydim asla inanmazdım... Bayramoğlu'nun yazılıda sorduğu şu: "İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye'nin dış politikasını özetleyiniz"... Son sınıf sınavı bu, bizim okulda ancak üçüncü sınıf bilgisiydi... Öğrencinin yanıtı tek cümle: "İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye, Atatürk'ün önderliğinde zaferden zafere koşmuştur!"... Bu hayvan birkaç ay sonra okulunu bitirdi, ortalıkta diplomalı siyasal bilimci diye dolaşıyor, belki "hariciyeye" bile girmiştir...)

Bunların yüzünden artık hiçbir gazeteci hiçbir üniversitenin kapısının önünden geçmez oldu. Çünkü konuşturmamakla yetinmiyorlar, bir de saldırıyorlar.
Az daha uyanıkları da, konuşmacıyı "provoke" edip küfür ettiriyor, sonra da tazminat davası açıyor, harçlığını çıkarıyor!...
Sakın ha sakın, hiçbir üniversiteden hiçbir hoca bana bu gibi bir taleple gelmesin.
Nasıl olsa öğrencileri anlatacağım şeyleri benden daha iyi bilmiyorlar mı canım?

Engin Ardıç

19 Kasım 2011 Cumartesi

Adnan Oktar sen ne ayaksın?

Ergenekon'un bu topraklar üzerindeki çalışma alanlarından bir tanesi de "din" konusu.
Cumhuriyetin ilanından itibaren bu konuda pek çok çalışma yaptılar. Kendi din adamlarını yetiştirip Diyanet İşleri Başkanlığına ve İlahiyat fakültelerine yerleştirdiler. Düşman oldukları cemaatlere ve tarikatlere alternatif olsun diye sahte cemaat ve tarikatler kurup, başına sahte şeyhler atadılar.

Bu çalışmaların meyvesini de 28 Şubat'ta almak istediler. "Din adamı lazımsa devlet yetiştirir, dini kitap lazımsa devlet zaten basar" gibi basit bir zihniyeti halka empoze etmek için Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz gibi modernist ve oryantalist bir kısım insanları televizyonlara çıkararak, lisan-ı hal ile "Her sakallıyı hoca sanmayın! Hoca istiyorsanız buyurun bu değerli hocaları dinleyin!" dediler.

İşin hoca kısmı hallolmuştu. Sırada, her sakallıyı hoca sanmamamız için bir çalışma gerekiyordu. Bunun için de Müslüm Gündüz, Ali Kalkavan ve niceleri piyasa sürüldü.

Kişileri de halleden Ergenekon için sırada cemaat ve tarikatler vardı. Çoğul eki kullandım fakat hedeflerinde sadece Fethullah Gülen ve Nur cemaati vardı. İnsanların bu cemaatlere meyletmemesi için de İskender Evrenesoğlu ve Ömer Öngüt cemaatlerini oluşturdular. (Bkz. İrticayla mücadele eylem planı) Bu cemaatler de tutmayınca has cemaatlere musallat oldular. İsmailağa'da şehit edilen iki hoca ve Cübbeli Ahmet Hoca'nın kaset haberleri bu tezi doğruluyor...

Bugünlerde yeniden ortaya çıkan Adnan Oktar bu iki zümreden hangisi? Ya da üçüncü bir ihtimal var mı?

Bana göre Adnan Oktar, tıpkı Zekeriya Beyaz gibi bir şahıs ama aynı zamanda Ömer Öngüt gibi bir cemaat.

Cemaati kuzu ve kedilerden oluştuğu için pek zararlı değil. Asıl tehlikeli olan kendisi...

Kadir Mısıroğlu bir programda Adnan Oktar için; "Ben merak ediyorum o ne zaman Mehdi olduğunu iddia edecek? Yanlışın da mevsimi mi olur?" demişti.

Yanlışın mevsimi olmadı ve Adnan Oktar Mehdi olduğunu iddia ederek bir kez daha ortaya çıktı. Etsin çok da önemli değil.

Kurduğu A9 tv sayesinde gerçek yüzü ortaya çıktı. Dindar insanları geçtim, dinle pek alakası olmayan seküler insanlar bile pek ciddiye almıyor. Kendilerini "Adnânî" olarak tanımlayan talebeleri de gerçekten kuzu gibi, sessiz sedasız öylece duruyorlar. Aman dursunlar...

Biz dönelim Adnan Oktar'a...

Adnan Oktar gerçekten çok akıllı bir politika izliyor. İnsanların sevdiği, değer verdiği kişilere, kurumlara, cemaatlere, tarikatlere ve partilere kesinlikle kötü söz söylemiyor, eleştirmiyor ve toz kondurmuyor. Çünkü bizim insanımızda öyle bir damar var ki, sevdiğimiz insana laf söyleyeni bir kalemde çizer atarız...

Adnan Oktar kurduğu televizyon kanalında mankenleri ve kızları karşısına oturtarak "Aç sineni ummanlar gibi olsun. Kucakla herkesi..." imajı vermek istiyor ama sine açmayı dekolte, kucaklamayı da gerçek manasıyla anlamış olacak ki işi biraz abartıyor...

Özellikle başını Altuğ Berker'in çektiği bir ekip, elinde kamerayla dolaşarak girebildikleri her yere girip Adnan Oktar'a yarayacak bilgi topluyorlar. Türkiye'nin çeşitli yerlerinde yapılan sohbetlere (nasıl oluyorsa) girmeyi başarıyor ve sohbet arasında sohbeti yapan kişiye Mehdi hakkında sorular sorup, aldıkları cevabı Adnan Oktar'a mal ederek yayına veriyorlar. Çantacı Necmi, Üstad Bediüzzaman'ın talebeleri Said Özdemir, Mehmed Kırkıncı, Abdülkadir Badıllı vb. insanlara gittiklerini ben bizzat gördüm. Hatta Allah selamet versin Mehmed Kırkıncı Hocefendi'ye gidip Mehdi'yi sorduklarında, Hocaefendi kulakları da ağır işittiğinden asıl gayelerini ve kim olduklarını anlamayarak ve gelenleri Fethullah Gülen Hocaefendi'nin talebeleri zannederek "Ben Hocaefendi'yi çok severim, çok desteklerim" demişti. Onlar da fırsat bu fırsat "Hocaefendi" sözünü Adnan Oktar'ı övmüş gibi lanse ettiler.

Londra'da belediye otobüslerinin üzerine Adnan Oktar ve kitaplarının reklamının verildiğini, talebelerinin Pentagon'da Amerikan askerlerine seminer verdiğini haberlerde okumuştuk.

Bu ve bunun gibi bir çok organizasyonları mevcut. Peki ya kaynak?

Cemaat ve tarikatlerin kaynakları esnaf ve işadamları tarafından oluşuyor ve artık bunu kimse gizlemiyor.
Peki Adnan Oktar'ın etrafında kedi ve kuzulardan, Oktar Babuna ve onun gibi zengin çocuklarından başka kim var? Hadi zenginlerin çocukları kaynak oluşturuyor diyelim. Bunların sayısı kaç? Hadi bin kişi olsunlar ya da daha fazla...

A9 tv, bunca reklam, kitap, yurtdışı faaliyetleri bunların finansmanını sağlamak için bunlar yeterli olabilir mi?

Bu yapı gerçekten çok iyi araştırılmalı. İnsanların her geçen gün dalga geçtiği, eğlendiği bir yapının üzerine bu denli ciddi düşülmesinin altında nasıl bir sebep olabilir kavramak zor.

Hangi güç o Hahamları, Papazları o stüdyoya getiriyor? Buna kim izin veriyor? Pentagon'a ve Amerikan askerlerine ulaşmayı kim sağlıyor?

Hangi güç Şeyh Nazım Kıbrısi'nin bu adamı övmesini sağlıyor?

Hangi güç o gençleri onun etrafına topluyor? Birleştiricinin din olmadığı çok açık. Peki ne? Beşinci Şua'da geçtiği gibi "insanları etkileyen teşhirci bir manyetizma" olmasın?

Adnan Oktar veya onun talebelerini bir tehlike olarak görmüyorum. Bazıları Adnan Oktar'ın İslam'a zarar verdiğini düşünüyorlar. İslam zarar verilmesi kolay bir din olsaydı nazil olduğu yıllarda zarar görürdü. İslamiyet güneş gibidir Adnan Oktar'la sönmez...

Ben asıl tehlikeyi Adnan Oktar'ın arkasında, onu yönlendirenlerde görüyorum.

Er geç bu da ortaya çıkacaktır. Ümitvâr olalım...

Stockholm değil Dersim sendromu

Yanda gördüğünüz resim; Kemalist rejimin ilk yandaş gazetelerinden olan "Son Posta" gazetesinin 17 Haziran 1937 tarihli manşeti... Görüldüğü üzere bu gazete, Kemalizmin icraatlarından olan Dersim katliamını gururla ilk sayfasına taşıyıp bunu sahipleniyor.

Dersim konusu, Chp Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün'ün çıkışıyla yeniden gündeme geldi. Daha önce bu konuyu bir takım belge ve resimlerle yazmıştım. (Bkz. Dersim Katliamı)

Hüseyin Aygün'ün "Atatürk'ün Dersim harekâtından haberdar olmaması mümkün değil" sözleri Chp'de geçtiğimiz günlerde tartışma başlatmıştı.

Bir grup Chp milletvekili (ki içlerinde Alevi olan da var) Hüseyin Aygün'ü bu sözlerinden dolayı kınadı ve gereğinin yapılmasını istedi. Hüseyin Aygün disiplin kuruluna sevk edildi ve savunması istendi. Süreç devam ettiği için henüz bir sonuç çıkmadı.

Sonuç çıkmadı fakat büyük bir sorun ve tartışma çıktı. Chp genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun Dersimli olduğu, göreve geldikten sonra parti yönetimi ve il kadrolarında Alevileri öne çıkardığı bilinmektedir.

Peki Dersimli Kılıçdaroğlu ve bir kısım Aleviler neden asıllarını inkar edercesine Dersim katliamını gizlemeye, gizleyemeseler de işin içinden Mustafa Kemal'i çıkarmaya çalışmaktadırlar?

Çayan Demirel hazırladığı "38" adlı belgeselde Dersim isyanını, belgeler ve tanıkların ağzından izleyiciye sunuyor.

İşin içinde Mustafa Kemal var mı yok mu buyurun o günü yaşayan insanların ağzından dinleyin. Ama dinleyemeyeceksiniz. Çünkü zalim rejim insanları o kadar korkutmuş ki aradan yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen insanlar hala başına bir iş gelmesinden korkuyor.

O korkuyu ve o dramı gözlerinizle görün...



Rivayet edilir; Bir Alevi dedesi İsmet İnönü'ye sormuş; "Biz bu ülkede %10 azınlığız. Durumumuz ne olacak?"
İnönü'nün cevabı gayet açık; "O zaman çocuklarınızı okutun %90'ı siz yönetin!"

Kemalist rejim gerçekten de Aleviler'e, gerek ordu içerisinde gerek kamuda ve bürokraside olsun büyük imkanlar ve makamlar vermiştir. Misal; yapısı değişmeden önce Hsyk'nın bütün başkanları Alevi idi...

Gözümüz yok elbette...

İşte tam da bu imkanları elde eden Aleviler, ne oldu da asıllarını inkar edip Kemalizm dinini şiar edindiler?

Sakın bunun nedeni makam-mansıp sevgisi, makamı kaybetme korkusu olmasın?

Bu, nedenlerden bir tanesi olsa da asıl neden olamaz.

Kemalistlerin, Dersim konusunda Atatürk'ü tenzih etmelerinin asıl sebebi; değişen ve gelişen dünya şartlarında Mustafa Kemal'in yaptıklarını demokrasi ve insan haklarıyla açıklayamamalarıdır.

Çıkıp adam gibi "Şeyh Sait, İskilipli Atıf Hoca ve Menemen'de niceleri... Nasıl rejime isyan ettiler ve öldürüldülerse Dersimliler de aynı gerekçeyle öldürüldü. O günün şartlarında gerekliydi" deseler, Mustafa Kemal'in diktatör olduğunu kabul etmek durumunda kalacaklar. Bunu kabul edince de önünü alamayacaklar. İşte bunun farkında olan muannidler, işin başından set çekerek konunun üzerini örtmek istiyorlar.

Alevi olmayan Kemalistler'in bu çıkışını anlamak mümkün fakat Alevi olanların durumunu Dersim (Stockholm) sendromundan başka bir şeyle açıklayamıyorum.

Bugün haberlerde gördüm. Kemal Kılıçdaroğlu "Başbakan'la istediği televizyonda Dersim de dahil tarih tartışmaya hazırım" demiş. Çok merak ediyorum Kılıçdaroğlu neyine güvenerek böyle meydan okuyor.

Başbakanlık ve Genelkurmay arşivleri dahil bütün arşivler Erdoğan'ın elinde. Mustafa Kemal'in Dersim harekatının emrini verdiği ve harekatı yönettiği de ayan beyan ortadayken, neye dayanarak "hodri meydan" diyebiliyor Kılıçdaroğlu?

Erdoğan bu teklifi ciddiye almayınca ve davete icabet etmeyince kendisinin haklı çıkacağını mı zannediyor yoksa? Erdoğan'ın böyle komik bir işe girişmeyeceğini duyunca çıkıp "Bakın işte gördünüz! Korkusundan gelemiyor çünkü doğruların bizde olduğunu o da biliyor" mu diyecek? Bir insan bu kadar mı çocuklaşır?

İlerleyen günlerde ne olacak bilmiyorum ama Kemal Kılıçdaroğlu'nun durumunu ve süreci Hüseyin Aygün belirleyecek. Ya sözünün arkasında durup Aleviler'i uyandıracak ya da makamını kaybetmemek için o da Kemalizme ve Kemalistlere boyun eğecek.

İzleyelim görelim...

26 Ekim 2011 Çarşamba

Tel'ine ve bedduaya âmin

Fethullah Gülen Hocaefendi son Bamteli sohbetinde "Terör ve Kürt sorunu" üzerine çok önemli tespitlerde bulundu. Sohbetin sonunda ise terör örgütüne beddua etti. Bazı gazeteciler -ki içlerinde terör örgütüne tahabbüb gösterenler de var- bu bedduadan hoşlanmadıklarını söylediler.

Takip edenler bilir ki Fethullah Gülen Hocaefendi, hizmetin misyonunu anlattığı sohbetlerinde "Biz beddua etmemeliyiz. Tel'ine ve bedduaya da âmin dememeliyiz" der. Bu tavsiyeyi yapan Hocaefendi'nin beddua ettiği de çok nadirdir.

Efendimiz de (sav) beddua edilmemesini tavsiye etmiştir. Taif'te taşlandıktan sonra onların helak olabileceği bir durumda iken bile beddua etmemiştir. Fakat harpte namaz vakti geçince müşriklere beddua etmiştir ve çok nadir de olsa beddua ettiği rivayetlerde vardır.

Efendimiz'in (sav) amcası Ebu Leheb sürekli "ellerin kurusun ya Muhammed!" diye beddua ederdi. Bunun üzerine Allah "Ebû Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu." ayetini indirmiştir.

Fakat burada ince bir husus var ki, Hocaefendi de beddua etmeden önce o hususun altını çiziyor;

"Allahım, birliğimizi sağla, aramızı te’lif buyur, bizi vifak ve ittifaka muvaffak kıl. Hidayet ve ıslahını murat buyurduğun insanları ıslah eyle, kalb ve kafalarına salah ver. Şayet düşmanlık yapanlar arasında ıslahını murat buyurmadığın ve kendileri hesabına ıslah istemeyen kimseler varsa, onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir."

Ve en sonunda belağati müthiş bir dua ediyor;

"Allahumme'hzimhum! ve zelzilhum! ve şeddid şemlehum! ve ferrik cem’ahum! ve mezzikhum kulle mumezzek! vec’al be’sehum beynehum! vec’al be’sehum beynehum! vec’al be’sehum beynehum! ve la tubelliğ humul emel! vensurna aleyhim...

(Allah'ım onları hezimete uğrat! Onları sars! Yaptıklarını en şiddetlisiyle onlara yap! Birliklerini boz! Aralarını aç! Onları parça parça böl, parçala! İçlerine şiddetli azabını sal! (3 kere) Onları hain emellerine ulaştırma! onlara karşı bize yardım et!)

Kur'ân-ı Kerîm'de müteaddid defa Allah'ın zalimleri sevmediği, gayet iyi bildiği ve zalimleri asla hidayete erdirmeyeceği söylenmektedir. Terör örgütünün zulmü ortadayken ve o ince çizgiyi belirttikten sonra beddua etmemek içten bile değil.

Hocaefendi 10 Aralık 2007 tarihli bamteli sohbetinde "Hac'da nasıl dua etmeliyiz?" sorusuna verdiği cevapta da Türkiye, Hindistan, Pakistan, Suriye, Mısır vb. ülkelerdeki tiranlara da, o ince çizgiyi çektikten sonra beddua etmektedir. Ve ardından halkların belini doğrultması için dua etmektedir. Sanki bir Arap Baharı için...

Bu beddualardan hoşlanmayan, tiranlara ve zalimlere tahabbüb gösterenlere de Bediüzzaman hazretlerinin ikazıyla cevap vermek isterim;

"Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştahını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister. Buna dikkat ediniz ki, canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecâvüze sevk eder. Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifâde etmesinler..."

25 Ekim 2011 Salı

"Allah'ın sopası yok" Ltd. Şti.

Van depreminden sonra ortaya öyle bir topluluk çıktı ki, aslında binaların değil vicdanların yıkık olduğunu gösterdi. Evet vicdanları yıkık, yüreklerini kerpiç bağlamış, ruh dünyaları karbonlaşmış, fikirleri harâbâtî, bakışları miyop ve beyanları alabildiğine dekolte... Selahattin Demirtaş'ın tanımı da gayet yerindeydi; Irkçılık mezunu, faşizmde doktora yapan naylon oyuncaklar...

Bu topluluk, daha dün 99 depremini 28 şubat zulmüne bağlayıp “7.4 yetmedi mi?” diyen insanları yobazlık, bağnazlık, gericilikle suçluyordu. Ama gün geçti devran döndü ve ettikleri hakarete kendileri uğradılar.

Peki her iki tarafın da söylediklerinde doğruluk payı olamaz mı?

Şûrâ suresi 30. ayette; “Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” buyurulmaktadır. Ayet gayet sarih. Ayeti biraz açtığımızda şunları söyleyebiliriz;

İnsanın başına gelen en büyüğünden en küçüğüne kadar her musibet, atom parçacıklarından güneş sistemlerine kadar her şeyi müştemilatıyla yaratan Allah'ın emri dahilinde cereyan eder. İnsan, başına gelen büyük-küçük her musibeti ikaz kabul etmelidir. Kimseyi suçlamaya gitmeden, herkes kendisine bakmalı, kendi muhasebesini yapmalı ve ikazı kendi üzerine almalıdır. İnsanın parmağına bir diken bile batsa boşuna değildir. Kaçırdığımız otobüs, kırdığımız bardak vb. her olay insana bir ikazdır. Anlayabilirsek tabi...

Cenâb-ı Allah Hakîm-i mutlak'tır. Yani her işinde sonsuz hikmetler vardır. Ve beyninin bir kısmını kullanan insan, bu hikmetleri kendi kapasitesi ve ilmiyle yorumlar.

Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan kavimler, kendilerine gönderilen Peygamberler'i dinlemedikleri, küfürde ve günahta aşırıya gittikleri için deprem ve sâir afetlerle helâk olmuşlardır. Fakat siz tutar da bu ayetleri Müslüman bir toplum için kullanırsanız, farkında olmadan tekfir etmiş olursunuz.

Sadece bu ayetler değil, yazıma serlevha yaptığım Şûrâ suresi 30. ayeti bile bu niyetle kullanmanız yanlış olur.

Bediüzzaman hazretleri der ki; “Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam yaptığın nasihat, bazen onun damarına dokunur, aksülâmel yapar.

Yani siz başına bir musibet gelen bir insana gidip de “yaa işte böyle azarsan başına bu gelir” diyemezsiniz. Canı yanmış bir insana böyle denmez. Bırakın o kendi muhasebesini yapsın, siz de kendi muhasebenizi yapın.

Kaldı ki imanlı bir insanın başına gelen musibetlerin, günahların kirlerini yıkadığı, temizlediği ve deprem gibi musibetlerde ölen mü'minlerin de şehit olduğu hadis-i sahihle sabitken, nasıl olur da ilâhi adalet diyebiliriz?

Yorumlarımızda bile hayır yoksa bari “ya hayır konuş ya da sus” emrine uyalım...

Not: İbrahim Özdabak'ı anlattığım güruh içinde görmüyorum. İbrahim Özdabak'ın başka bir şey murât ettiğini biliyorum. Fakat halkın ekseriyeti o inceliği anlayamayacağı için, o karikatürün bile yanlış olduğunu düşünüyorum. Karikatürü sadece güncel olduğu için yazımda kullandım. Başka bir art niyetim yok.

16 Ekim 2011 Pazar

Hâce

Hazer kıl kırma kalbin kimsenin canını incitme
Esir-i gurbet-i nalan olan insanı incitme
Tarik-i ışkda bi-çareyi hicranı incitme
Sabır kıl her belaya hâne-yi Rahman'ı incitme

Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i âlem-i zî-şanı incitme

Elin çek meyl-i dünyadan eğer aşık isen yare
Muhabbet camını nuş et asıl Mansur gibi dare
Misafirsin felek bağında bendin salma efkare
Düşersin bir belaya sabrı kıl Mevla verir çare

Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem-i zi-şanı incitme

Bulaşma çark-ı dünyaya vücudun pak-tahirken
Güvenme mal u mülk ü mansıbın efnası zahirken
Nic' oldu mali Karun'un felek bağında vafirken
Nedir bu sendeki etvar-ı dert gönlün misafirken

Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem-i zî-şanı incitme

Hasislikden elin çek sen cömerd ol kan-ı ihsan ol
Konuşma cahil-i nadan ile gel ehl-i irfan ol
Hakir ol alem-i zahirde sen ma'nada sultan ol
Karıncanın dahi halin gözet dehre Süleyman ol

Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem-i zî-şanı incitme

Ben insanım diyen insana düşmez şad'u handanlık
Düşen bî-çareyi kaldırmadır alemde insanlık
Hakikat ehlinin hali durur daim perişanlık
Bir işi etme kim gelsün sana sonra peşîmanlık

Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i cilem-i zî-şanı incitme

Ehl-i irfanım deyü her yerde bendin atma meydana
El elden belki üstündür ne lazım uyma şeytana
Yakın olmak dilersin Hazret-i Hallak-ı ekvana
Cihanda tatlı dilli olması lazımdır insana

Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem- zî-şanı incitme

Celîs-i meclis-i ehl-i hakikat ol firar etme
Heva-yı nefsine tabi' olan yerde karar etme
Tekebbürlük eden insana asla i'tibar etme
Sana cevr ü cefa ederse bir keş inkisar etme

Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem- zî-şanı incitme

Vefası var mıdır gör kim sana bu çarh-ı devranın
Eser yeller yerinde hani ya taht-ı Süleyman'ın
Yalınız adı kaldı alem-i zahirde Lokman'ın
Geçer bir lahzada ru'ya misali ömrü insanın

Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem-i zî-şanı incitme

Sana bir faide yokdur bilirsin halk-ı gıybetden
Gözün aç alemi bir bir geçersin çeşm-i ibretden
Zarar gördüm diyen gördün mü sen ehl-i mehabbetden
Yeme kul hakkını korkar isen rüz-i kıyametden

Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem- zî-şanı incitme

Hakikat bahrinin gavvası ol terk-i mecaz eyle
Çıkar ha alma mazlumun ahın seni i'tiraz ile
Çehil semt-i Habîb'e ey gönül azm-i Hicaz ile
Yüzün tuk hak-i payine hemen arz-ı niyaz ile

Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem- zî-şanı incitme

Gönül ayinesin silmek gerekdir kalb-i agahe
Muhabbet şems-i dogmuşken ne lazım mihr ile mahe
Ne müşkil hacetin varsa heman arzeyle Allah 'e
Der-i Mevla dururken bakma LÜTFÎ başka dergahe

Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem-i zî-şanı incitme

(Hâce Muhammed Lütfi - Alvarlı Efe Hazretleri)

10 Ekim 2011 Pazartesi

Babayı bekleyenler

Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan askerlerin çocukları bir internet sitesi açmışlar; babamibekliyorum.com
Sitede samimiyetten öte duygu sömürüleri ve acındırma politikaları izlenmiş. İçeri alınan muvazzaf ve emekli askerler; tamamen vatansever, kahraman, "ne yapmışlarsa" vatan için yapan, "söz konusu vatan ise gerisi teferruattır" düsturunu şiar edinen babayiğitler olarak lanse edilmiş. Zaten sitede zırt pırt şu uyarıyla karşılaşıyorsunuz; "babamibekliyorum.com Türk Silahlı Kuvvetleri personelinin uğradığı haksız suçlamalar sonucu tutuklu bulunan şerefli Türk Askerine destek amaçlı yapılmış bir web sitesidir."

Tamam bu eleştirimin farkına varınca hepinizin aklına aynı şey geliyor; hani nerede masumiyet karinesi?
Lakin zaten ben de suçludurlar demedim. Ha kaldı ki Veli Küçük, Muzaffer Tekin, Çetin Doğan, Dursun Çiçek, Özden Örnek gibilerinin masum olduklarına da hiç inanmıyorum.

Haklı olarak baba özlemi içerisine düşen asker çocuklarının kurduğu bu siteyi görünce aklıma bir anda başka siteler geldi.
Misal ben de Güneydoğu'da hani şu "jitemci askerler" tarafından, "birilerinin babaları" vasıtasıyla suçsuz günahsız fail-i meçhullere kurban giden, asit kuyularına atılan, terör adı altında katledilen, oğlunun gözü önünde asker tarafından dayak yiyenlerin çocuklarıyla birlikte bir site kursam...

Adı da; "babamiistiyorum.com" olsa...

Ya da "namaz kılıyor, eşinin başörtüsü var" diye irtica adı altında "birilerinin babaları" vasıtasıyla ordudan ihraç edilen asker çocuklarıyla birlikte bir site kursam...

Adı da; "babamisinegeridonsun.com" olsa...

Bir tane de tamamen kendi egolarımı tatmin etmek için bir site kursam...

Onun adı da "azkaldibabalarageleceksiniz.com" olsa...

Efendim? Duyamadım? "Hani nerede masumiyet karinesi?" mi dediniz?

İyi tamam da hani nerede mağduriyet karinesi?

30 Eylül 2011 Cuma

Roni Margulies'den inciler

12 Eylül 2010 Anayasa referandumu için İzmir'de düzenlenen "Yetmez ama evet" sempozyumuna katılmıştım. Ferhat Kentel'in konuşması sırasında Ödp'li bir dingil sahneye fırlayıp konuşmacılara yeşil boya fırlatmıştı. Olaydan sonra konuşma sırası Taraf gazetesi yazarı Roni Margulies'e gelmişti. Roni öyle bir konuşma yaptı ki sürekli kahkahalar ve alkışlarla kesildi. Noktasına virgülüne dokunmadan o konuşmayı paylaşıyorum;

"Şimdi bana yeşil boya attılar tabi sosyalist olduğum için ama Abdurrahman (Dilipak) beye de kızıl boya atacaklar. (Alkışlar)
Bana boya atan bu hıyarağası devrimi Mustafa Kemal'den öğrenmiş. Ben ise Marx'tan öğrendim.

Sen bu hareketi yaparak koruyorsun demektir devrimi, bunun başka bir mantığını ben bilmiyorum. Koruyor, sol olduğunu "devrimcileeaarr!" diye bağıra bağıra mevcut anayasayı dolayısıyla mevcut sistemi koruyor ve bizim gibi (Abdurrahman beyi tenzih ederek söylüyorum çünkü o mürteci:) biz geri kalanlarımız da liboş, o arkadaş da devrimci... Böyle bir manyaklık ancak Türkiye'de olur arkadaşlar. (Alkışlar)

Bugün Türk solunun hemen hemen hepsi; Ödp, Emep, Tkp, Halk evleri gibi örgütlerin tümü Kemalist'tir, solcu değildir, sol olmakla alakası yoktur, mevcut devleti koruyan örgütlerdir.

Öte yandan öyle bir devletten söz ediyoruz ki; yaptığı her şeyi 1923'ten başlayarak, halk adına, ilericilik adına, aydınlanma adına, modernleşme adına, muasır medeniyet seviyesine çıkma adına, antiemperyalizm adına yapmış. Ve bunu yaparken elinde bir halk var. Modernleşecek olan bu halk... Kendisi zaten modern, Mahmut Esat Bozkurt çok modern bir adamdı. Gel gör ki milletvekili olduğu Aydın halkına bakıyor Kemalist Mahmut Esat bey; kaba saba, kıllı, Türk müziği dinleyen opera dinlemeyen, bale yapmayıp saçma halk dansları yapan garip bir halk. Beğenmiyor Mahmut Esat bey bu halkı. Egemenlik kayıtsız şartsız milletin olacak ama ya böyle bi millete de egemenlik verilir mi? (Alkışlar)

Bu millet medeni Fransız milleti gibi olsun. Doğru dürüst konuşmayı öğrensin, traş olsun, bale yapsın, opera dinlesin, ondan sonra egemenlik kayıtsız şartsız onun "belki" olabilir. Bu devlet bu halkı adam edecek, misyonu bu. Sadece adam değil! Hem adam olacak, hem Fransız gibi olacak, hem aynı zamanda Türk olacak, Müslüman olacak, Sünni olacak (bazılarınız sevindi tabi ben böyle diyince:) sevinmeyin arkadaşlar bir de laik olacak... (Alkışlar)

Şimdi Türk olacak dediğimiz zaman bir kere Kürtleri halletmen gerekiyor. Müslüman olacak dediğimiz zaman gayrimüslimleri halletmen gerekiyor. Sünni olacak dediğimiz zaman Alevileri halletmen gerekiyor. Laik olacak dediğimiz zaman da başörtülüleri dolayısıyla Müslümanları halletmen gerekiyor. Dikkat ederseniz başka kimse kalmadı. Yani memlekette başka türlü insan yok, ha bir de Mahmut Esat bey var. (Alkışlar)

Bu öyle bir devlet ki; bu şekilde herkesi adam etmeye çalışacaksa, yoğun bir baskı mekanizması kurmak dışında yolu yoktur bunun. Dolayısıyla 1923'te kurulan ve hala başımızda olan Kemalist devlet hepimizin başına sorun açmıştır, çok kanlı dönemler yaşamışısızdır. Pek çoğumuz öldürülmüş, mübadele edilmiş, göç ettirilmiş, dağlara çıkarttırılmış çünkü başka türlü hepimizle baş etmesinin yolu yoktur. Hiç birimizi beğenmiyor çünkü.

Şimdi ben devrimci olarak bu devletten memnun değilim, ben bu devleti değiştiricem. Bu yarın olmayabilir kusura bakmayın biraz daha örgütlenmem gerekiyor. Ama devrimcilik budur. Bunu değiştirirken bir yere kadar aranızda Müslüman arkadaşlarla, sosyalist olmayan arkadaşlarla, bu devletin şu halinden memnun olmayan herkesle beraber mücadele edeceğiz. Çünkü Abdurrahman bey çok güzel ifade etti; ayrı gayrı durduğumuz zaman hepimizin... nasıl bir ifade kuracağımı bilemedim. Hepimizle kolayca baş ediyor. Bir yere kadar beraber yürümemiz gerek. Bugün o yer 12 Eylül 2010'dur. Şu anayasa değişikliklerini geçirmek, 12 Eylül anayasasında ufak da olsa bir delik açmak gerek. Referandumdan sonra ben yine devam edeceğim. Bana çok iyi bir anayasa da yetmiyor. Çünkü o çok iyi anayasanın ardında yine Tsk olacak yine Yargıtay olacak ben devam edeceğim mücadele etmeye. Siz aranızda memnun olmayanlarınız o noktada durursunuz. Kavga da etmeyiz, birbirimizin üzerine boya atmaya da hiç gerek yoktur."

27 Eylül 2011 Salı

Bir senarist olarak Cübbeli Ahmet Hoca

Bir önceki yazımda Cübbeli Ahmet Hoca'nın (bana göre) yanlışlarını görüp yazmıştım. Şimdiye kadar menfi bir tepki almadım. Bu sefer hocanın ilmi yönüyle alakalı yazacağım. Aslında bu haddime değil biliyorum ama yazıyı okuyunca hak vereceksiniz.

Bir önceki yazımda Cübbeli Ahmet Hoca'nın ehl-i sünnete sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemiştim. Hoca ehl-i sünnete öylesine bağlı ki; hiçbir hadisi, “senet-ravi” kritiğine gerek görmeden hepsini sahih kabul ediyor. Öyle ki bir sohbetinde okuduğu bir hadisin kaynağını belirtirken; “Ben bu hadis-i şerifi Süleymaniye kütüphanesindeki bir kitapta gördüm” demişti. Yani Süleymaniye kütüphanesindeki kitapta öyle bir hadis var ki; bu hadisi Buhari, Müslim, Tırmızi, Nesai, İbn-i Mace, Ebu Davud ve Ahmed b. Hanbel gibi hadis üstadları bile görmemiş ama birisi görüp bir kitaba yazmış. Olamaz demiyorum elbette olabilir. Zira Osmanlı özellikle Hadim'ul Haremeyn (kutsal toprakların hizmetçisi) olduğu dönemde Mekke ve Medine'deki değerli eşyaları ve kitapları İstanbul'a getirmişti.

Benim demek istediğim şu; günümüzde öyle ilahiyatçılar var ki (ki bunlar Ahmet Hoca'nın reddiye yazdığı isimler); içerisinde Buhari ve Müslim hadislerinin de geçtiği Kütüb-ü Sitte'ye “Yalan efendim! Uydurma bunlar” diyorlar. Bunlara karşılık Cübbeli Ahmet Hoca da “Uydurma hadis, zayıf hadis diye bir şey yoktur, bütün hadisler sahihtir” diyor. Tamamıyla katılmasam da ben bu konuda yine de Cübbeli Ahmet Hoca'nın tarafındayım. Zira hadis-i şeriflere “yalan” deyip gaflete düşeceğime, Ahmet Hoca gibi hüsn-ü zan gösterip sahihtir derim.

Biliyorum ne maksatla bu başlığı attığımı merak ediyorsunuz. Gelelim asıl meseleye... Cübbeli Ahmet Hoca hemen hemen her sohbetinde ve vaazında ahirzaman meseleri hakkında bir şeyler anlatıyor. Bu konuda kitapları da var.

Hoca ahirzaman meselesinin en çok tartışılan konuları olan “Deccal, Mehdi, Mesih” konusunda bütün hadisleri bir bütün içinde ele alıyor. Risale-i Nur kültürü olmadığı için de hadisleri bir senarist gibi redakte edip ortaya bir senaryo taslağı koyuyor.

Misal Mesih'i anlatırken; “Şimdi gelmedi, gelmesine daha çok var. Gelince elinde kılıncıyla Şam'daki Emevi camisine inecek. Oradan Kudüs'e Mescid-i Aksa'ya gidecek. Giderken yolda her taş ve her ağaç “Benim arkamda Yahudi var gel onu öldür!” diyecek. Mesih onları öldürerek yoluna devam edecek. Mescid-i Aksa'ya gittiğinde orada Mehdi ve talebelerini görecek. Camiye girdiğinde cemaat ona yol açacak ve imamlık makamına doğru yürüyecek. Mehdi “Sen Peygambersin namazı sen kıldır” diyecek. Mesih de “Hayır sen kıldır” diyecek ve Mesih Mehdi'ye namazda tabi olacak. Sonra Mesih Kudüs'ten çıkıp Dikili taş'ın olduğu yere gidecek. Orada Deccal ile karşılaşacak. Deccal Mesih'ten çok uzun olacak. Mesih zıpladığında ancak onun bacağına gelecek ama buna rağmen Mesih Deccal'ı öldürecek.

Mehdi'yi anlatırken de sürekli Adnan Oktar ile kavga ediyor. “Mehdi daha gelmedi, gelecek. Gelince kendini belli edecek. O da Horasan-Şam dolaylarında zühur edecek. Siyah bayrağı olacak. O bayrağı görenler ona koşup talebesi olacak.

Deccal; “Bir adadan zühur edecek. Bir tane merkebi olacak. O merkebin bir kulağı cennet bir kulağı cehennem gibi olacak. Bir gözü kör olacak. Elinin biri delik olacak. Alnında “bu kafirdir!” yazacak.

Evet işte ele geçirdiğim senaryo! Hocanın anlattığı bu olay ahirzaman hadis-i şeriflerinin toplamından oluşan bir senaryo aslında yeni değil. Bir önceki yazımda dediğim gibi hoca çağı doğru okuyamadığından hadis-i şerifleri böyle basitçe yorumluyor. Çağı doğru okuyamamasının en büyük nedeni de çağımızın eseri olan Risale-i Nur Külliyatına vakıf olamamasındandır.

Risale-i Nur'u da geçtim. İmtihan sırrı, imtihan perdesi diye bir olay var. Şu anlattıklarının bugün olduğunu bir düşünsenize; Sosyal, yazılı ve görsel medyanın bu kadar geliştiği günümüzde (ilerde daha da gelişecek) Şam'daki Emevi camisinin minaresine elinde kılıncıyla Mesih iniyor. Anında bütün gazeteciler orada. Fotoğraflar, flaşlar vs. Mesih minareden inmeyedursun anında etrafını saracaklardır. “Sayın Mesih! Deccal'ı öldürecek misiniz? Efendim! Kudüs'e ziyaretinizin sebebi nedir?” gibi sorular...

Dalga geçmiyorum hemen tepki göstermeyin. Olayı akla mantığa yaklaştırmak istiyorum. Yani düşünün ki bütün dünyanın gündemi, aynı anda zühur eden Mesih, Mehdi ve Deccal. Gazetelerin manşeti bunlardan geçilmiyor. Ve yaşananlar 15 asır evvel Efendimiz (sav) tarafından söylendiği için de imtihan perdesi yırtılıyor.

Yani düşünün adanın birinden bir adam zühur ediyor ve bir eşekle dolaşıyor. Allah aşkına hangi asırdayız yahu? Şu asırda bile köy dışında eşeğe binen adama gülerler. Buna rağmen Cübbeli Ahmet Hoca diyor ki; Deccal'ın gelmesine nerden baksan yarım asırdan fazla var. Yani hocanın söylediğine göre Deccal, Jetgiller gibi bir devirde gelecek ve bir eşekle dolaşacak.

Alnında da “bu kafirdir!” yazacakmış. Hani bu Deccal Mehdi gibi müspet birisi olsa herkes Deccal olabilmek için alnına “bu kafirdir!” dövmesi yaptırır ama değil işte.

Ancak yaşadığı çağı doğru okuyamayan birisi ahirzaman hadislerini böyle anlatır. Anlatır demek de yanlış olur. Ezberlemiş, sıraya dizmiş okuyor. Halbuki ahirzamanda kıyamet alametleri olarak ifade edilen hadis-i şeriflerde anlatılan hususlar, teşbih ve temsillerle anlatılmıştır. Manay-ı sarihinden başka lazimi manaları murat edilmiştir. Cübbeli Ahmet Hoca bu hadisleri yorumlayamıyor ama inkar da etmiyor. Abdülaziz Bayındır gibi ilahiyatçılar ise de yorumlayamadıklarından uydurmadır diyorlar.

Bunu şimdiye kadar tek ve doğru yorumlayan Üstad Bediüzzaman Said Nursi'dir. Üstad; Mehdi, Mesih ve Deccal'ın şahs-ı manevi olduklarını ifade etmiştir.

İşte Üstad'ın ahirzaman hadislerinden bir tanesini te'vil edişi ve Mesih&Deccal hakkındaki yorumu;

Sual: Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir ki: Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.” Böyle umûmîyetle îmana geldikten sonra nasıl umûmîyetle küfre giderler?


Elcevab: Hadîs-i sahihte rivayet edilen: “Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın geleceğini ve şerîat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal’ı öldüreceğiniîmanı zaîf olanlar istib’ad ediyorlar. Onun hakîkatı îzah edilse, hiç istib’ad yeri kalmaz. Şöyle ki:


O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri ma’na budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:


Birisi: Nifak perdesi altında, risâlet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan nâmında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şerîat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nurânîsine bağlanan, ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nurânî, o Süfyan’ın şahs-ı ma’nevîsi olan cereyan-ı münâfıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.


İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vâsıtasiyle intişar ederek kuvvet bulup ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir pâdişâhı tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabûl etmiyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi pâdişâhlık ve bir gûna hâkimiyet verir. Öyle de: Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rubûbiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nev’inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise; daha ileri gidip, cebbarâne surî hükümetini bir nevi rubûbiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûb olan ve bir sineğin kanadını bile îcad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet da’va etmesi, ne derece ahmakcasına bir maskaralık olduğu ma’lûmdur.


İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın şahsiyet-i ma’nevîyesinden ibaret olan hakîki İsevîlik dîni zuhur edecek, yâni Rahmet-i İlâhîyenin semâsından nüzûl edecek; hâl-i hazır Hıristiyanlık dîni o hakîkata karşı tasaffi edecek, hurâfattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakâik-i İslâmiye ile birleşecek; ma’nen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb edecektir... Ve Kur’ân’a iktidâ ederek, o İsevîlik şahs-ı ma’nevîsi tâbi’; ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.


Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûb olan İsevîlik ve İslâmiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak isti’dâdında iken, âlem-i semavâtta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sâdık, bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinâd ederek haber vermiştir. Mâdem haber vermiş, haktır; mâdem Kadir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır. Evet, her vakit semavâttan melâikeleri yere gönderen ve ba’zı vakitte insan sûretine vaz’eden (Hazret-i Cibrîl’in “Dıhye” sûretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer sûretine temessül ettiren, hatta ölmüş evliyâların çoklarının ervahlarını cesed-i misâliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı, İsâ dinine âid en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakîkaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil..belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va’detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek.


Hazret-i İsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakîki İsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nûr-u îman ile O’nu tanır. Yoksa bedâhet derecesinde herkes onu tanımayacaktır. 


Suâl: Rivayetlerde gelmiş ki: “Deccal’ın bir yalancı Cennet’i var; kendine tâbi’ olanları ona atar. Hem yalancı bir Cehennemi var; tâbi’ olmayanları ona atar. Hatta o kendi merkebinin de bir kulağını Cennet gibi, bir kulağını da Cehennem gibi yapmış... Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır...” diye târifat var?


Elcevab: Deccal’ın şahs-ı sûrîsi insan gibidir. Mağrur, fir’avnlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğundan; sûrî, cebbârâne olan hâkimiyetine, ulûhiyet nâmını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı ma’nevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal’a âid tavsifat-ı müdhişe ona işâret eder. Bir vakit Japonya’nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal’asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanı’nın bu sûrette tasviriyle, ordusunun şahs-ı ma’nevîsi gösterilmiş.


Amma Deccal’ın yalancı Cennet’i ise, medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir. Merkebi ise, şimendifer gibi bir vâsıtadır ki bir başında ateş ocağı bulunur, kendine tâbi’ olmayanları ba’zan ateşe atar. O merkebin bir kulağı, yâni diğer başı Cennet gibi tefriş edilmiş, tâbi’ olanları oraya oturtur. Zâten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan şimendifer, ehl-i sefâhet ve dünya için yalancı bir Cennet getirir. Biçâre ehl-i diyânet ve ehl-i İslâm için medeniyet elinde Cehennem zebânisi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altına atar.


İşte İsevîliğin dîn-i hakîkisi zuhur ile ve İslâmiyete inkılâb etmesiyle, çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nûrunu neşreder. Fakat yine kıyamet kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı baş gösterir, galebe eder ve “Elhükmü lil-ekser” kaidesince, yeryüzünde “Allah Allah” diyecek kalmıyacak, yâni ehemmiyetli bir cemâat, Küre-i Arz’da mühim bir mevkiye sâhib olacak bir sûrette “Allah Allah” denilmeyecek demektir. Yoksa ekalliyette kalan veyahut mağlûb düşen ehl-i hak, kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i îmanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır. (On beşinci mektup – Dördüncü sual)

Cübbeli Ahmet Hoca bu konuda kendini geliştirmek istiyorsa Risale-i Nur'u bir program dahilinde okumalıdır. Yoksa "his yok, hareket yok, acı yok leş mi kesildin?" Ondan sonra bekle Deccal gelecek de, Mehdi gelecek de, Hz. Mesih inecek de bizi kurtaracak kıyamete kadar bekler durur...

24 Eylül 2011 Cumartesi

Cübbeli Ahmet Hoca ve ekibi

Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü hoca ehl-i sünnete sıkı sıkıya bağlı, medrese eğitiminden geçmiş bir müderristir. Medyatik olana kadar hüsn-ü zan besliyordum. Fatih Altaylı'nın programında ilk gördüğümde “Eyvah! Fatih Altaylı'nın ağına düşmüş yazık!” dedim. Zira bilirim ki Altaylı son derece uyanıktır ve işin içinde çıkarı olmayacaksa bir hocayı ekranlara çıkarmaz.

Zira biz Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz ve İsmail Nacar gibi ağzından çıkan iki laftan birisinin “yalan efendim!” olan hocalara alışmıştık.
Sonra kuşkularımda haklı çıktım ve Fatih Altaylı'nın asıl maksadını anlamış oldum ama maalesef Cübbeli Ahmet Hoca anlamamış...

Programda Fatih Altaylı o kadar kahkahadan, reytingden sonra can alıcı sorusunu sordu; “Hocam Risale-i Nur. Yani nedir? Tefsir midir farklı bir şey midir nedir?
Cübbeli Ahmet Hoca da okuyup araştırmadan Risale-i Nur'u tenkit etti. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde görevli bir profesörün görüşlerini aktardı. Bediüzzaman diyormuş ki; “Yahudi ve Hıristiyanlar cennete girecek.”

Fatih Altaylı müthiş ortasını rakibe çarptırarak gole dönüştürmüştü ve amacına ulaşmıştı.
Cübbeli Ahmet Hoca'nın Risale-i Nur ile ilgili söylediği ehl-i necat konusu İmam Gazali'nin Faysalü't Tefrika adlı eserinde geçiyor. Yani Cübbeli Ahmet Hoca aslında Bediüzzaman'ı değil, İmam Gazali'yi tenkit etmiş oldu. Sonrasında Mehmed Paksu'nun gayretleriyle Cübbeli Ahmet Hoca hatasını anlamış ve Moral Fm'e çıkarak herkesten özür dilemiştir.

Sonrasında anladık ki Yahudi ve Hıristiyanların akibeti Cübbeli Ahmet Hoca'ya baya baya dert olmuş. Geceleri rüyasında bu konuyla alakalı rüyalar gördüğünü, “cehenneme gideceksiniz! cehennemliksiniz cehenneeem!” diyerek uyandığını düşünüyorum.

Cübbeli Ahmet Hoca Yiğit Bulut'un da konuğu oldu. Jöleli tıpkı Altaylı gibi gırgır şamatadan sonra 10 puanlık uzmanlık sorusunu sordu yani ortayı açtı; Hocam Fethullah Gülen için ne dersiniz?

Risale-i Nur konusunda menfi şeyler söyleyen Cübbeli Ahmet Hoca bu sefer kendi kalesine gol atmadı ve topu ceza sahasından uzaklaştırarak gayet müspet şeyler söyledi; “Ehl-i Sünnete bağlı âlim bir hocadır...

Fakat çok enteresan bir çelişkiyi paylaşmak istiyorum. Cübbeli Ahmet Hoca Yahudi ve Hıristiyanların akibeti konusunda söylediği her sözü Dinlerarası Diyaloğa dayandırıp, diyalogçulara verip veriştiriyor ve “Dinlerarası Diyalog ehl-i sünnete ters, kafir işi bir icraattir” diyerek binlerce insanı tekfir ediyor. Benim anlamadığım şu; herkes biliyor ki Türkiye'de ve dünyada Dinlerarası Diyaloğu Fethullah Gülen Hocaefendi başlatmıştır ve yapılan bütün icraatleri halen desteklemektedir. Her fırsatta Samanyolu tv ve Zaman gazetesine çatan Cübbeli Ahmet Hoca, söz konusu Fethullah Gülen Hocaefendi olunca neden konuşamıyor da övüyor? Yoksa Hocaefendi'den korkuyor mu? Âlim korkar mı yahu?

Sadece Hocaefendi de değil Hüseyin Gülerce'den bile korkuyor. Yiğit Bulut'un programında Zaman gazetesinde çıkan bir haberi tenkit ediyordu. Habere göre Urfa'da bir camide Hıristiyan bir erkek ve Müslüman bir kadının nikahı kıyılmış. Nikahın ardından bizim Hıristiyan enişte “hem Hıristiyanım hem de Müslümanım” demiş. Cübbeli Ahmet Hoca da habere göre hüküm vererek insanları tekfir ediyordu. Derken yayına Hüseyin Gülerce bağlandı. Jöleli, Gülerce'nin bağlandığını söyleyince Cübbeli Ahmet Hoca'nın rengi attı. Hüseyin Gülerce habere konu olan olayın aslını, Hıristiyan erkeğin kelime-i şehadet getirerek Müslüman olduğunu söyledi. Cübbeli Ahmet Hoca hem hüm kem küm etti ama nafile...

Cübbeli Ahmet Hoca Dinlerarası Diyalog konusundan vakit buldukça diğer hocalara reddiye yazmaktadır. Bu iş de tıpkı diğerleri gibi ona büyük bir haz veriyor olmalı. Mustafa İslamoğlu, Adnan Oktar, Abdülaziz Bayındır, Hayreddin Karaman, Süleyman Ateş başlıca uğraşları. Bunun yanı sıra Ahmed Şahin ve Hekimoğlu İsmail'e de ara sıra dokundurur.
Gördüğünüz gibi tam bir “ben tek siz hepiniz!” vakası...

Tabi ki Cübbeli Ahmet Hoca bu mücadeleyi tek başına vermiyor. Cemaati içerisinde kendisini bu gereksiz işe adamış bir çok insanla el ele verip çalışıyor. Fakat bu ekip, 28 Şubat'ın kaset furyasında olduğu gibi montaj işinde ustalaşmış. Görüntüleri kesip, kişilerin konuşmalarını “küfür” formatı içerisine sokarak Facebook gibi sosyal iletişim ağlarından insanlara ulaştırıyor.

Bir örnek vereyim; Cübbeli Ahmet Hoca camide verdiği bir vaazda Samanyolu Tv'de yayınlanan bir dizide Yahudi ve Hıristiyanların cennete gideceğinin söylendiğini anlatmıştı. Bunu anlatırken de; “dansöz seyretsen günahkar olursun, bunları seyretsen gavur olursun. İslami gibi geçinip ne zehirler yutturuyorlar” diyerek tekfirde depara kalkmıştır. Akabinde ekibi bu diziyi bulup, dizide geçen o bölümü keserek sosyal iletişim ağlarına eklediler ve bu böyle aylarca sürdü.

İş artık sıkıntılı bir hal almış olacak ki, böyle gereksiz işlerle uğraşmamayı şiar edinmiş Samanyolu grubu yazılı bir açıklama yaparak Cübbeli Ahmet Hoca'yı yine tekzip etti.
Bahsi geçen dizi “Hakkını Helal Et” dizisidir. Dizinin 12. bölümünde gayrimüslim olan Agop'un İslamı seçmesi işlenmiştir. Montajlanan ve kesilen kısmında ise dizi karakteri “Allah yapılan iyilikleri karşılıksız bırakmaz” diyor. Yorum yapmama gerek var mı?

Ben Cübbeli Ahmet Hoca'nın oturup da Stv dizileri izlediğini, Zaman gazetesi okuduğunu düşünmüyorum. Sadece bunlar değil, reddiye yazdığı hocaların hiç birisini takip ettiğini düşünmüyorum. Hoca'ya bunca materyali getiren onun ekibi olmalı. Peki kim bu ekip? İşte asıl araştırılması gereken bu. İrticayla mücadele eylem planında “Gülen cemaatine karşı kullanılmalı” denilen Ömer Öngüt cemaati de tıpkı Cübbeli'nin ekibi gibi çalışıyordu. Ben bu işin de içinde ciddi ciddi Ergenekon'un olduğunu düşünüyorum. İsmailağa cemaatindeki iki âlimin camide katledilmesi ve Cübbeli Ahmet Hoca'nın kaseti de bu tezimi güçlendiriyor.

Cübbeli Ahmet Hoca Ergenekon'a çalışıyor” falan demiyorum. Öyle bir şeyi ima bile etmiyorum. Lakin çağı doğru okumayan Hoca'nın düşmanını da rahatça sezebileceğine hiç ama hiç ihtimal vermiyorum. Bu yüzden bilerek olmasa da bilmeyerek, dolaylı yoldan Ergenekon'a hizmet ettiğini düşünüyorum. İnşaallah gerçekleri görür ve kendisine çeki düzen verir.

Yazımı bir ayet ve bir hadisle bitiriyorum;

Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hücurat; 6)
Bir kimse (mümin) kardeşine kâfir dese, bu küfür ikisinden birine döner. Eğer bunu diyen doğru demişse -zaten öyledir-, eğer dediği doğru değilse, bu küfür ona, söyleyene döner.” (Buharî, Edeb, 73; Müslim, İman, 111)

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Atatürk'e dua

Dün haberlerde okumuşsunuzdur. Mersin'de 30 Ağustos münasebetiyle Şehitlik ziyaretinde ilçe müftüsü dua ederken Atatürk ve silah arkadaşlarını es geçmiş. Kemalizmin yılmaz savunucusu Chp'nin Mersin milletvekili İsa Gök de gürlemiş tabi.
Demiş ki; "30 Ağustos Zafer Bayramı'ndan önce şehitlik ziyaret ediliyorsa, bakanı, valisi, herkes buradaysa, 30 Ağustos kahramanlarına dua okunmak zorundadır. Bu ülkede ulu önder Atatürk'e ve silah arkadaşlarına bir rahmetten bu kadar mı korkuluyor?"

Evet İsacığım korkuluyor. Neden mi? Anlatayım;

İzmir'de bir imam hatip yurdunun açılış törenindeyiz. Yurdun yapımında emeği geçmiş yaşlı bir amcamız da ön saflarda duruyor. Açılış merasiminin programında Atatürk ve silah arkadaşları için saygı duruşu da var. Tam saygı duruşuna geçilecekken amcamız "Yahu bu saygı duruşunun ne faydası var? Bari bir dua edelim onlara fatiha okuyalım" dedi. Kimse ciddiye almadı saygı duruşuna geçildi ve merasim sona erdi. Merasimden 3 gün sonra amcamızın evine polisler geliyor. Amcamızın merasimde sarfettiği sözler nedeniyle hakkında soruşturma açılmış. 5816 sayılı Atatürk'ü koruma kanunundan yargılandı ve nasıl olduysa beraat etti.

Mahalle camimizin bülbül sesli imamı anlatmıştı; Karşıyaka'da bir eve mevlid okumaya gitmiştim. Mevlid bitti duayı yaptırdım. Yaşlı bir amca ayağa kalktı, "Hoca! Sesin güzel, güzel de okudun ama bir şeyi atladın! Atatürk ve silah arkadaşlarına dua etmeyi unuttun!"
"Amca dikkat ettiysen ben insan olarak sadece Efendimiz'e (sav) dua ettim. Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya dua etmedim. Şimdi Atatürk bu diğer peygamberlerden daha mı büyük de sen buna takıldın?"
"Tabii ki büyük! Atatürk bütün dinlerin bir şümûlüdür" deyince ben sustum, özür diledim ve çıktım.

Bu, Atatürkçü İzmir'den sana iki örnek İsacığım. Böyle bir kanunun olduğu "laik" bir ülkede Atatürk'ün adını dini bir münacaata katınca suç oluyor, katmayınca insanlar küfre depar atıyor. Ne yapacağımızı biz de bilmiyoruz. Bırak en iyisi bu işleri...

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Türkiye'nin en büyük köyü

Resme bakınca hangi şehir olduğunu anlayamazsınız. İzmir denince sizin aklınıza ya Saat Kulesi gelir ya da Kordon. Zaten sorun da bundan ibaret; güzeli göster, kötüyü sakla...
Tamam her kartpostalda şehrin sembolü veya en güzel yerleri gösterilir ama İzmir'de kötü yerler, güzelden daha çok olduğundan güzele odaklanmakta zorluk çekiyoruz. Yanda gördüğünüz resim İzmir'in Kadıfekale semti. Onun hemen karşısında da aynı görüntüde bir başka semt Gürçeşme var. Siz oradan baktığınızda şirin bir Anadolu köyü zannedersiniz ama İzmir şirin olmayan global bir taşra köyüdür.

Geçenlerde Kemeraltı'nda dolaşırken her zamanki gibi gördüğüm bir sahaf dükkanına daldım. Bu sefer kitaplardan çok dergilerle ilgilendim. Elime İzmir'de çıkan haftalık bir dergi geçti. Dergi 1973 yılında basılmıştı ve kapağında İzmir ile ilgili eleştirel bir yazı vardı. Yazının sahibi Ege Üniversitesi Mimarlık Fakültesinin kurucusu Prof. Dr. Rauf Beyru idi. Beyru daha sonra bu yazılarını "19. Yüzyılda İzmir'de Yaşam" adlı kitabında toplamış. Beyru dergide öyle bir yazı yazmış ki, İzmir'i resmen yerin dibine sokmuş. Bundan tam 38 sene önce İzmir'in notunu vermiş. Rauf Beyru yazının giriş bölümünde şöyle diyor İzmir için;

"Evlerin musluklarından su akmaz, elektrikler sık sık kesilir, trafik tam bir keşmekeş içinde... Plansızlığın, büyük şehirlerimize bıraktığı kötü hediyelerdir bunlar. İstanbul'da Haliç kaybolurken, İzmir körfezi yıllar sonra renk değiştirerek kahverengi bir görünüm aldı. İzmir'de imar durumu, dünyanın hiç bir kentinde görünmeyen bir rezalet."

Rauf Beyru'nun yazdığı sorunlardan bugün sadece iki tanesi hallolmuş durumda. Artık evlerimizin musluklarından arsenikli de olsa su akıyor ve artık elektriklerimiz sık sık kesilmiyor.

Trafik sorunuysa "yazıdan 30 yıl sonra" halledilmeye başladı, tedricen de olsa halledilmeye çalışılıyor sanki. Misal "yazıdan 30 yıl sonra" trafik sorunu en kalabalık olan yerlerden Çiğli'ye alt geçitler yapıldı. Yine sorun yaşayan yerlerden Gaziemir'e -ki havaalanı yoludur- alt geçitler yapıldı ve bir tane de Tepecik'e yapıldı. O da sırf İzban hattına yol açabilmek için...

Şehir planlaması konusunda resimde gördüğünüz yerler "yazıdan 38 yıl sonra" yıkılmaya başlandı. Öyle sanıyorum ki 10 yıl içinde semt halkı sorun çıkarmazsa tamamen boşaltılır ve yeni bir planlamaya gidilir. Dar sokakların kaldırımlarını söküp yeni kaldırımlarla daha da daraltan bir belediyeden yeni bir planlama beklemek de bizim saflığımız ya neyse...

Gelelim körfez konusuna... Rauf Beyru yazısında Haliç ve Körfez sorunlarını ele almış. Haliç sorunu "yazıdan 22 yıl sonra" Tayyip Erdoğan'ın başkanlığında halledildi. İzmir körfezi ise sanırım "yazıdan 32 yıl sonra" temizlenerek halledildi. Fakat şimdi yeniden kokmaya başladı ve o günkü temizlemenin sadece günü kurtarma adına olduğu anlaşıldı.
Şunu anlatmadan da geçemeyeceğim; seçim zamanlarından birinde Kemal Kılıçdaroğlu İzmir'e gelmişti. İzmir'in sorunlarını ele alırken, "Başkan (Kocaoğlu) Haliç'i (İzmir körfezini kastediyor) temizleyecek ve İzmirliler Haliç'te yüzecek" demişti. Bunu bir kaç kez üst üste tekrarlayınca millet gülmeye başladı. Sonra da "Ben İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayıydım o yüzden karıştırdım eheh" demişti. E peki Kağıttepe? Neyse geçelim...

Geçen ay Hürriyet gazetesi yazarlarından Cengiz Semercioğlu İzmir belediyeleri hakkında eleştirel bir yazı kaleme aldı. Aradan 1 ay bile geçmeden bugünkü yazısında (okurlarından gelen baskıyla) İzmir belediyelerinin isterse nasıl çalışabileceğini yazmış. Çalışmaktan kastıysa yazıda belirttiği üzere, Alaçatı'ya yapılan asfalt çalışması ve Kıbrıs Şehitlerindeki parke çalışması. Yani Semercioğlu bir asfalt ve bir kaç parkeye tav olmuş ve İzmir belediyelerine daha çok zarar vermemesi için böyle bir yazı kaleme almış.

İzmir'de asfalt işi her mahallede var. Olaylar şöyle gelişiyor; önce İzmirgaz ekipleri mahalleye gelip doğalgaz için her yeri kazarlar. İşleri bitince toprakla kapatırlar ama kasisler günlerce belki haftalarca arabanızın bütün aksamlarını perişan eder. Sonra belediye ekipleri gelir oraya asfalt dökerler ve düzelir. Ardından Superonline gelir ve fiberoptik kablo döşemek için yeniden kazar ve toprakla kapatır ve daha sonra Ttnet aynı iş için gelir ve bu böyle aylarca devam eder ve birilerinin cebi dolar.

Kıbrıs Şehitleri caddesi İzmir'in en merkezi yeri, İstanbul'un İstiklal caddesi gibi bir yerdir. Bırakın oranın parkelerini de yenilesinler bir zahmet...

İşte Türkiye'nin en büyük köyünün hali bu...
Bitmeyen metro, trafik, yağmur sonrası sellerin oluştuğu altyapı problemi ve daha niceleriyle İzmir. Türkiye'nin (kağıt üzerinde) 3. büyük şehri olan İzmir...
Kayseri ve Gaziantep çoktan geçmiş de haberi yok İzmir'in...
Rauf Beyru'nun 19. Yüzyılda İzmir'de Yaşam kitabında anlattıklarını biraz daha genişletsek rahatlıkla 21. Yüzyılda İzmir'de Yaşam kitabını yazabiliriz.
Umudumuz 22. yüzyılda daha iyi bir İzmir'in olması. Tabi kainatın ömrü buna yeterse...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Kurtuluyor dizginler

Bir rivayette, "İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek" denilmiş. (Kenzü'l-Ummal, 11:261,301; Şerü's-Sünne, Begavi, 7:326)
Gaybı ancak Allah bilir. Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu'yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder. 
Gariptir, hem çok gariptir: Yedi yüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur'ân'ın elinde şeref-şiar, bârika-âsâ bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeâirine karşı istimal etmeye çalışır! Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. "Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor" diye rivayetlerden anlaşılıyor.

Mahkemenin müdde-i umûmisi benden sordu: 

Mahrem Beşinci Şua'da demişsin, "Ordu, dizginini o dehşetli şahsın elinden kurtaracak." Muradın, orduyu hükûmete karşı itaatsizliğe sevk etmektir. 

Ben de dedim: 

Maksadım, "o kumandan ya ölecek veya tebdil edilecek; ordu onun tahakkümünden kurtulacak" demektir.

Bediüzzaman Said Nursi