28 Temmuz 2013 Pazar

Tencere-tava ve Komşuluk

Menkıbe kitaplarında İmâm-ı Âzam'a atfedilen şöyle bir hikaye anlatılır; İmâm-ı Âzam'ın yaşadığı mahallede her gün içip, bağırarak insanları rahatsız eden bir genç varmış. İmam bu genci her duyduğunda sabreder ve ona dua edermiş. Aradan bir kaç gün geçiyor ve gencin sesi duyulmuyor. Genci merak eden İmam, eşine soruyor ve "İnsanları rahatsız ettiği için zindana atıldı cezasını çekiyor" cevabını alıyor. İmam bu durum karşısında rahat edemiyor ve evinden çıkıp zindana gidiyor. İdarecilerle görüşerek gencin keffaret bedeli olan ücreti veriyor ve genci zindandan kurtarıyor. Genç yolda dayanamayıp soruyor; "Ben sürekli içip sizleri rahatsız ediyordum, bunu da hakettim. Neden beni kurtardın?" İmâm-ı Âzam'ın cevabı bir ders ve bir ölçü niteliğindedir; "Efendimiz (s.a.s) komşuluk haklarını öyle bir anlatmış ki, vallâhi seni buradan kurtarmasaydım cehenneme gideceğimden endişe duyardım. Bana hakkını helâl et!" Genç bu durumdan öyle etkileniyor ki, bir daha İmam'ın yanından ayrılmıyor. Ve insanları rahatsız o genç bir süre sonra edeb ve hayâ timsali bir insan oluyor.

Gezi olaylarıyla birlikte bazı komşularımız her akşam tencere-tava çalarak hükümeti protesto, diğer komşularını da rahatsız ettiler. Neyse ki geçti gitti...

Geçen gün Başbakan bir iftar programında yaptığı konuşmada "Tencere-tavacıları yargıya şikayet edin" diyordu. Bu söylem toplumu ayrıştırıp bölmekten başka neye yarar? Ben her gün yüz yüze baktığım insanları yargıya şikayet edip ceza aldırsam ne olacak? Ben ne kazanacağım onlar ne kaybedecek? "Onlar bilmiyorlar" diyen Peygamber feraseti nerede, toplumu ayrıştıran bir lider nerede? 

Geçenlerde bir ağabeyim anlattı; tencere-tava çalarak günlerce bizi rahatsız eden komşusu, çocuğunu hizmetin okuluna kaydettirmiş. Belki daha niceleri bu yanlışın farkına varıp da pişman olacak... Öyle ya kalpler Allah'ın elinde. Yeter ki biz usül ve üsluba dikkat edelim...

13 Temmuz 2013 Cumartesi

İslamcılık

Son zamanların en hararetli tartışmalarından bir tanesi de "İslamcılık" oldu.

Herkesin kendince bir "İslamcı" tarifi var.

Son zamanlarda yapılan "İslamcılık" tartışmasının bir yere varamamasının asıl sebebi de kavramın adının tam konulamamasıdır. "İslamcılık = Müslümanlık" diyen de var, "İslamcılık doğru bir şey değildir" diyen müslümanlar da var. Geçen sene Yusuf Kaplan, Mümtaz'er Türköne, Ali Bulaç, Ömer Lekesiz vs. isimler kendi köşelerinde ciddi tartışmalara girdiler. Bu işe yıllarını vermiş İsmail Kara'yı da es geçmek ayıp olur.

Bana göre İslamcılık; Geçtiğimiz ve içinde bulunduğumuz asırda İslam'ın terakkisinin ancak siyasi yollarla olabileceğine inanıp, tavandan tabana doğru istenilen devrimi gerçekleştirme gayesidir. Tıpkı İran devriminde olduğu gibi... Bana göre İslamcılığın dünyadaki en bariz örneği; İhvân-ı Müslimîn hareketidir. Türkiye'de de aynı öğretilerle beslenmiş Milli Görüş ekolüdür. Dünyada İslamcılık deyince akla Cemaleddin Efgani, Reşid Rıza, Muhammed Abduh, Seyyid Kutub, Ali Şeriati ve Hasan el Benna gibi isimler gelir.

Benim İslamcılık tabirime göre bu durum yanlış değildir. Zira amaç ve niyetin hâlis olduğu bir gaye-i hayale yanlış denmez. Ama yöntem doğru da değildir. Doğru olmamasının sebebi de tavandan tabana inme düşüncesidir.

İşte tam da burada İslamcılık ve Risale-i Nur hareketi birbirinden ayrılıyor. Medyada İslamcılık tartışması yapanların bir çoğu Bediüzzaman'ı da İslamcı kategorisine dahil ettiler. Bu, o yazarların Risale-i Nur'u bilmemelerinin, Bediüzzaman'ı tanımamalarının da en bariz göstergesi oldu. Ne Risale-i Nur'dan İslamcılık çıkar ne de Bediüzzaman İslamcıdır. (Buradan İslamcılığın bir hakaret gibi algılanması sonucu çıkmasın!)

31 Mart hadisesinden sonra Bediüzzaman'ı mahkemeye çıkarırlar. Mahkeme reisi Hurşid Paşa darağacında sallananları göstererek sorar:

"Sen de şeriat istemişsin!?

Bediüzzaman cevap verir:

"Şeriatın bir hakîkatine, bin rûhum olsa feda etmeye hazırım. Zîra, şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazîlettir. Fakat, onların istediği gibi değil!"

İşte Bediüzzaman'ın "onlar" dediği fırka, o günün İslamcılarıydı.

Bağdat'ın ed-Difa gazetesinde yazılar yazan Bediüzzaman'ın talebelerinden İsa Abdülkadir'e o zamanlar bir takım sorular soruyorlar; "Türkiye'deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye'deki Nur talebeleri, Mısır'da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır?"

İsa Abdülkadir bu sorulara köşesinde cevap veriyor. Bu cevabı okuyan Bediüzzaman, cevabı beğenince Risale-i Nur Külliyatına eklenmesini istiyor ve Emirdağ Lahikası'na ekleniyor.

O cevap, Risale-i Nur'dan İslamcılık çıkmayacağının, Bediüzzaman İslamcı olmadığının da bir açıklamasıdır.

İhvân-ı Müslimîn ve Gönüllüler Hareketi

Hocaefendi ve Medya

Son zamanlarda Hocaefendi ile Ak Parti arasını açmak isteyen bazı kesimler, onun sohbetlerindeki her kelimeden farklı mânâlar çıkararak "Hükümeti kastetti" haberleri yapmaya başladılar. Bugüne kadar hiçbir sohbeti ve vaazı yayınlanmayan zâtın sohbetleri bu vesileyle daha çok insana ulaşmış oluyor ama yine cımbızlanarak tabi...

Öncelikle şunu söylemeliyim ki; Hocaefendi hiçbir zaman kişi veya kurumları hedefe alan, onları yaralayacak sözler sarfetmemiştir. O, her zaman kişileri değil vasıfları eleştirmiştir. Anlattığı şeyleri bazıları değil her Müslüman, üzerine alınmalıdır. Çünkü o her zaman İslam’ın temel esaslarına ve mesleğinin temel prensiplerine göre konuşmuştur. Mesela Firavun’dan ve Firavun’laşmaktan bahsedince tek bir insandan değil de şu enaniyet asrında (bizler dahil) Firavun’laşan herkesi kastetmektedir.

Hocaefendi’nin anlattıklarını her Müslüman kendi üzerine alınmayıp bunu başkalarına yoruyorsa, işte asıl Firavun kendisidir. Çünkü onun bu yaptığı süm’a’dır ki bu bir günahtır.

Muhterem Hocaefendi konumu gereği her siyasi partiye ve siyasi lidere eşit mesafede durmuştur. Kendi şahsi yaşantısında, düşüncelerinde ve demokrasinin gereği olarak oy verdiği partiler veya onlar hakkında yorumları olmuştur ama hiçbir zaman “gidip ille de şu partiye oy verin, vereceksiniz” dememiştir. Hatta kendisine gelip “Hocam hangi partiye oy verelim?” diye soranlara “Siz daha iyi bilirsiniz” dediğine şahitler vardır.

Yazının başında "cımbızlanarak" ifadesini kullanmıştım. Biz aslında buna yabancı değiliz. Şubat Soğuğu ve Haziran Fırtınası dönemlerindeki kaset furyasından aşinayız. Sohbetleri montajlanarak rejim, kurum ve şahıslar aleyhine bir sürü kasetler oluşturulmuş ve günlerce kanallarda dönmüştü.

Geçen günlerde Hocaefendi, temeli atılan "Yavuz Sultan Selim Köprüsü" hakkında konuştu. İsteyenler bunu "montajsız ve cımbızsız" bir şekilde Herkul.org sitesinden dinleyebilirler.

Şimdi gelelim cımbız olayına;

Hocaefendi sohbetin başında köprüyü yaptıran yetkililerin hüsn-ü zanla hareket ettiklerini, içlerinde kötü bir niyet olmadığını düşündüğünü ifade ediyor. Daha sonra Alevi ve Sünniler arasındaki fasl-ı müştereklere ve asırlar öncesinden kurulan köprülere dikkat çekiyor. Ardından bir köprü ile başka köprüleri yıkmamak gerektiğini, daha farklı isimler kullanabileceğini söylüyor. En sonunda da Alevilerin bir köprü yüzünden diyaloğu kesmemeleri gerektiğini ifade ederek, her iki tarafa da "Usûlü detaya fedâ etmeyelim Allah aşkına!" mesajı veriyor.

Bu sohbet yayınlandığı gün bir çok gazeteye ve internet sitesine haber oldu. Fakat burada önemli iki gazetenin konu hakkındaki tutumuna dikkatinizi çekmek istiyorum.

Hürriyet gazetesi cımbızlayarak "Meseleyi bir ada bağlı köprüyle yıkmayalım" kısmını öne çıkarıp diğer kısımları silerek, sanki sadece hükümete yüklenmiş havası oluşturdu. İşte haberin linki; http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=23541212

Yeni Şafak gazetesi ise tıpkı Hürriyet gibi cımbızlayarak ve "detay" hususunu kendince yorumlayarak "Yavuz Sultan Selim Köprüsü'ne tepki gösteren Alevi vatandaşları sağduyuya davet etti: 'İsim yalnız detaydır. Tek bir köprüyle bir sürü köprüyü yıkmayalım." şeklinde haber yaparak sanki sadece Aleviler suçluymuş da Hocaefendi Alevilere nasihat çekmiş havası oluşturdu. Haberin linki; http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/kopruleri-yikmak-yanlis-20.6.2013%20-533953

Tek bir örnekle bir zihniyet ortaya çıkıyor. Bu kafayla Hocaefendi'nin 78-80 yılları arasında yaptığı vaazları dinleyenler, 87-91 yılları arasında Sızıntı başyazılarını okuyanlar -olmayan- Ak Partiye eleştiriler yönelttiğini zannedebilirler.

Hizmet ve Entelektüellik

Formspring'de sorulan bir soruya cevabımdır;

Suâl: Hizmet entellektüel yetiştirebilir mi? Medyadaki tartışmalardan dolayı sormuyorum, lokal bazda itaat kültürü garip boyutlara ulaşabiliyor. Farklı düşünenler pek hoş karşılanmıyor bizzat gördüm.

Elcevâb: Tdk sözlüğündeki "entelektüel" tarifi şöyle; (Fr.) Bilim, teknik ve kültürün değişik dallarında özel öğrenim görmüş (kimse), aydın, münevver.

Eğer kastettiğimiz entelektüel, yukarıdaki tarif ise hizmet içinde pek çok entelektüel olduğunu söyleyebilirim.

Ama kamuoyunda entelektüel tanımı daha çok "batı kaynaklarıyla beslenmiş, doğuya sırtını dönmüş, her şeye ve herkese üst perdeden bakan, farklı giyinen, farklı yaşayan kişilikler” olarak kabul ediliyor. Bu yüzdendir ki; Bediüzzaman, Tanzimat sonrası dönemin entelektüelleri dediğimiz “Jön Türkler”e “zulmetli münevverler” ismini vermiştir. Biz eğer bu tarifi ta'dil edebilir ve İslam'a yaklaştırabilirsek karşımıza Cemil Meriç gibi şahsiyetler çıkıyor.

Bu zâviyeden bakıldığında ben Eski Said'i, günümüzde ise Hocaefendi'yi bir entelektüel olarak görüyorum. Özellikle Eski Said; her sabah gazetesini okuyan, kahve ve sigarasını içen, siyasetle ilgilenen, köşe yazıları yazan, hatta ve hatta gözünde entelektüellerin (veya entelektüel geçinenlerin) olmazsa olmazı küçük yuvarlak gözlüklere sahip bir kişilikti. Yeni Said döneminde ise bütün bunları büsbütün terk edip Risale-i Nur’a adadı kendisini. Entelektüel donanımından ise hiçbir şey kaybetmedi.

Ta'dil edilmiş şekliyle entelektüel bir donanım elde edebilmek için; kişinin ferdî planda, özel hayatında pek çok zamanı olması veya o zamanı elde etmesi gerekir. Zira öğrenilmesi farz olan ilimlerin yanında onca batı referanslı kitaplar, ansiklopediler okumak gerekiyor. Her alanda konuşabilmek, yorum yapabilmek için o alanlara ait kitaplar da cabası...

Fakat hizmet içinde entelektüel olabilmek çok mu gereklidir orası da ayrı bir tartışma konusu...

Bediüzzaman hazretlerinin talebelerine baktığımızda bir elin parmakları sayısı kadar hariç, büyük çoğunun köylü, çiftçi, esnaf olduğunu görüyoruz. Kaldı ki içlerinde eğitimli olanlar dahi, köylü olan Mehmed Feyzi'den ders alır, hemen hemen her konuda ona danışırlardı. O köylü dediğimiz insanlar o kadar ihlaslı hizmet ettiler ki, yüzlerce entelektüel bile düşüncelerini o denli hayata geçirememiş ve halka tesir edememiştir.

Şu da var ki; Entelektüel dediğimiz Cemil Meriç, Risale-i Nur okumak için yanına giden Nur talebelerini bazen azarlarmış. Bunun nedeni Cemil Meriç’in buhranları olmakla birlikte, o genç talebelerin onun seviyesine çıkamamaları ve onun iç dünyasını (ferdî planda) tatmin edememeleridir. Bu noktada hizmet içinde bu tür entelektüel insanlara ulaşabilmek için, onların seviyesinde entelektüel yetiştirme ihtiyacı hâsıl olabilir.

Entelektüellik; aynı zamanda kişiye şöhret getirmektedir. Şöhret ise ihlası zedeleyen bir illet olarak görüldüğünden hizmet içinde tasvip edilmez. Zira hizmetin külli prensiplerinden bir tanesi de; “kün inden nâsi ferden minen nas” (İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol) kâidesidir.
Hizmete baktığımızda bu prensibi rahatlıkla görüyoruz. Mesela hizmetin en başarılı olduğu eğitim alanında dünya çapında başarılar elde ediliyor. Fakat hiçbir zaman biz o başarının mimarlarını (öğretmenleri, belletmenleri, müdürleri) göremiyoruz, görsek bile tanı(ya)mıyoruz.

Bana göre Eski Said ve Hocaefendi bir entelektüeldir. Lakin bu zâtlar “acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak”ı düstur edindiklerinden şöhretin belasından korunabiliyorlar.

Soruda bahsedilen “lokal bazda itaat (biat) kültürü” ile entelektüel yetiştirememenin hiçbir ilgisi yok bence. Hizmet içinde birisi bu donanımı elde etmek istiyorsa eder. Fakat hizmet içinde muvazzaf birisi buna vakit bulabilir mi bilmiyorum. İşte yetişmemesinin asıl nedeni budur. Rehberlik ve yönlendirme muhakkak olur ama kimse kimsenin okuduğu kitaplara, aldığı eğitime karışmaz.

Çok önceleri hizmet içinde şöyle bir görüş vardı; “Risale-i Nur varken başka kitap okumak ve yazmak gereksizdir.” Bu görüş belki entelektüel yetişmesinin önünü tıkayabilir fakat Hocaefendi’nin farklı sahalarda kitaplar yazması, okuması, okutması, okumaya ve yazmaya teşvik etmesi bu görüşü izâle etmiştir.

Günümüzde İslamcı diye tabir edilen entelektüel isimlere baktığımızda (ki bazılarından hiç hazzetmem); hizmet içinden insanlardan böyle olmasını beklemek yanlış olur. Zira onlar kendi başlarına bir insan, hizmet içindekiler ise koca bir şahs-ı manevinin bir parçasıdır.

İşte bu yüzden nazarımda bin tane İsmet Özel bir tane Abdullah Aymaz yapmaz.

Kur'ân ve Makâm

"Kur'ân'ın okunuşunda yüksek bir selaset vardır ki, lisanlara ağır gelmez. 

Büyük bir selâmet vardır ki, lafzan ve manen hatadan sâlimdir. 
Âyetler arasında büyük bir tesanüd vardır ki, kârgir binalar gibi, âyetleri birbirine dayanarak bünye-i Kur'âniyeyi sarsılmaktan vikaye ediyor. 
Hem üslûb-u Kurâanî'de öyle bir cezalet ve selaset ve fıtrîlik var ki: Güya Kur'an bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor." (Mesnevi-i Nuriye)

Üstad Muhammed Hamidullah bir kitabında şöyle bir hatırasını anlatıyor;

İstanbul'da iken Avrupalı bir müzik profesörü geldi;

“Kur'ân'ı tetkik ediyorum. Kur'ân şiir değildir ama onda öyle bir musiki var ki insanı hayrete düşürüyor. Şiirde bir kelimenin yerini değiştirsen vezin bozulur, musiki ve ahengin kaybolduğu derhal anlaşılır. Fakat nesirden bir harf, birkaç kelime kaldırsan ahenk bozulmaz. Çünkü ölçü yoktur. Kur'ân şiir olmamakla beraber ondan bir harf kaldırsan derhal kendine has musikinin aksadığı görülüyor. Bu, beşer sözünde olamaz. Beşer sözünde böyle istisnasız tam bir ahenk bulunamaz. Bundan etkilenip müslüman oldum. Yoksa ben Arapça bilmem, Kur'ân'ın mânasını da anlamam.” dedi.

Tekrar İstanbul'u ziyaretimde o zat yine geldi;

"Ben Kur'ân'daki musikinin, Kur'ân'ın bir mucizesi olduğuna delâlet ettiği için müslüman olmuştum. Halbuki “âmener rasulü”de “lâtüâhizna” kelimesinde bu ahenk bozuluyor, musiki kalmıyor. Bir kelimede dahi bu ahengin bozulması onun mucizeliğini kaldırır. İmanım sarsıldı” dedi.

“Oku bakalım nasıl bozuluyor?” dedim. Okudu ama “latuuuâhizna” diye okuyor, vav harfini med harfi gibi alıp tayı uzatıyordu. Ona dedim ki; “Sen yanlış okuyorsun. Oradaki vav, hemzenin yazılması için konmuştur. Med harfi değildir. Onu nazarı itibara alma ve tâ'yı uzatmadan oku” diyince, “İşte şimdi oldu! Mükemmel!” dedi ve gitti.

Geçenlerde bana bir mektup yazmış; “Teşekkür ederim, imanımı tazeledin.” diyor.

"Kur'ân ve Makam" deyince ülkemizde akla gelen ilk isim merhum üstad Kâni Karaca'dır.



Arap üstadlardan da Kemal el-Helbawy vardır. Müzzemmil suresinin ilk ayetlerini sırasıyla Bayâti, Hicâz ve Nihâvend makamlarında okuyor.



İsmet Özel hakkında

Formspring'de sorulmuştu; "İsmet Özel'i neden sevmiyorsun?" Neden böyle bir soru sorulduğunu anlamadım. Hiçbir zaman sevmeyen birisi gibi bir kelâm etmedim. Bu soruya karşılık dedim ki;

Sevmiyor değilim. Müspet veya menfî bir duygu beslemiyorum. Çok iyi bir şair olabilir ama öyle kalsaydı keşke... Mütefekkir midir? Evet düşünüyor... Fikir sancısı çekiyor mu? Bir sancı çektiği kesin...

Bir arkadaşım onun hakkında "Bence hepimizle dalga geçiyor, hatta kendisiyle bile..." demişti.

Bu kadar tepki almasının sebebi de yazdığı şiirler ve makaleler değil de yaptığı açıklamalar oluyor.

Mavi Marmara'nın bir İsrail projesi olduğunu iddia etti.

Radikal gazetesinde Ezgi Başaran'a verdiği röportajda; -güya- antiemperyalist, antiAmerikancı bir bakış açısıyla Ergenekon operasyonunu kastederek "ordudaki değişimi Akp değil Pentagon yapıyor" diyerek neredeyse Ergenekoncu askerleri savunma noktasına geldi.

Arap Baharı'nı kastederek; "Ortadoğu'da iyi şeyler oluyor diyen kafir olur." demekle kalmadı, geçenlerde de "Dünyayı Amerika yönetiyor diyen dinden çıkmıştır" diyerek tekfirde depara kalktı. Din bile değil, siyasi içtihatlarla dahi onu bunu tekfir eden bir insan aslında din ile mükellef değildir zira akıl nâmına bir şey aramak mantıklı olmaz.

Komünist mi, İslamcı mı, Türkçü mü, Turancı mı belli değil.

"Netice-i kelâm, ben ömrümüm hiçbir döneminde “solcu” olmadım. Bilakis ömrümün her döneminde hem solcuları, hem de sağcıları istihfâf ettim ve giderek onlardan istikrâh ettim. Memleketimin sosyalist bir dönüşüm geçirmesi uğruna elinden gelenin tümünü vakfeden bir Türk milliyetçisi olarak yaşadım. Mensub olduğum ümmetin hayrını dünyevi yaftalar hesabına zedeleme düşüklüğü göstermeyişimle kazandığım komünizan itibar hidayete ermeme vesile oldu." diyen bir adamın ancak kafası karışık olabilir.

İsmet Özel ve Kadir Mısıroğlu yaşı kemâle ermiş kişilikler. İstiyorlar ki; âkil adam, ombudsman itibarı görsünler ve ülkenin kritik konularında kendilerine danışılsın. Fakat etraflarında 15-20 gençten başkasını göremeyince, ilmî enâniyetin de vermiş olduğu bir sinirle bu tür yazılar yazıp açıklamalar yapabiliyorlar. Tabi ilmî enâniyetleri bununla kalmayıp, muâsırlarını da tahkir boyutuna ulaşabiliyor.

Geçenlerde "Nazarımda bin tane İsmet Özel, bir tane Abdullah Aymaz yapmaz" demiştim. Bunu sırf laf olsun diye söylemedim. Bugüne kadar fikirleri uğruna ortaya hangi aksiyonu koyabilmişler? Aksiyon koyamadıkları için reaksiyon göstermekten başka neye yaramışlar? Hem İsmet Özel hem Kadir Mısıroğlu'nun etrafında bir kaç gençten başka kimseyi göremiyoruz. Halbuki Özel çok iyi yazar, Mısıroğlu da çok iyi hatiptir. Neden yığınları peşlerinden sürükleyemediklerini, kendi iç muhasebelerine havale etmek gerekir.

Keşke İsmet Özel sadece şair, Kadir Mısıroğlu da sadece tarihçi olarak kalsaydı. Ya da keşke izzet-i nefsini ayaklar altına alıp, hiç ihtiyacı olmadığı halde onlara kollarını açıp "sen de gel" diyebilenin umman gönlü gibi gönülleri olsaydı. Belki o zaman daha çok severdik... Belki o zaman atlarının su içtiği ırmaklar hayırla yâd ederdi onları. (Bak İsmet Özel gibi bitirdim)

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Hac terkedildi âlem-i İslâm bölündü

Osmanlı imparatorluğunun yıkılmaya yüz tutmasıyla ve yıkılmasıyla gerçekleşen âlem-i İslam'da bir bölünme baş göstermiştir. Osmanlı'nın hasta bir adam olması ve emperyalizmle güçlenen Avrupa devletlerinin sömürüleri, İngiltere'den yükselen küfür yelleri ve Siyonizm hareketleri bunlara bir sebeptir.
Lâkin bunların hepsi zâhirî sebeplerdir.
Bunun bir de bâtınî sebepleri vardır, olmalıdır.
Mâdem "Allah indinde hak din islamdır..."(Âl-i imran; 19) o zaman Allah neden islam devletlerinin mağlup olmasına izin vermiştir? İslam olamadıkları için mi? Olabilir. Bir çok sebebi sayılabilir. Bunun elbet bir hikmeti olması lazımdır.
Bu sebeplerden veya hikmetlerden bir tanesini, belki de en önemlisini Bediüzzaman hazretleri Hacc ibadetinin terkine bağlamıştır.

"Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü'z-zünub değil, kessâretü'z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.

İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.

İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, "ba'de harabi'l-Basra" anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.

İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.

İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.

Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. "

Haccı terketmek, diğer ibadetleri terketmek gibi başımıza musibet getirmedi, gazap ve kahır getirdi. Bazı musibetler günahları döker ama bu terk ve bu musibet günahların çoğalmasına neden oldu. Çünkü hac ibadeti terkedilince cemaat arasında vahdet bozulur, vahdet bozulunca şeytan devreye girer araya nifak sokar, sonra bizi birbirimize vurdurur, müslüman müslümana vurunca her iki tarafın da günahları çoğalır. Hacc'da müslüman dünyası bir nevi istişare eder, birbirlerini tanır, birbirlerinin tecrübelerinden istifade eder ve fikir birliği oluşur. Herkes birbirini tanıdıktan ve fikir birliği oluşturduktan sonra, "siz bunu yapın, biz bunu yapalım" diye aralarında mesai tanzimi yaparlar. Hem orada bütün islam dünyasının idarecileri bir araya gelir, âlî bir siyaset, yüce ve yüksek bir idare meydana getirmek için çalışırlar. İşte bu önemli farz terkedilince düşmana, İslam alemine karşı çalışma ortamı hazırlanır.

Hacc terkedildi, birbirimizden koptuk, kimse kimseyi tanımadı. 1. dünya savaşından sonra sonuç;

Hintliler düşman zannetti babasını öldürdüğünü anladı ve oturup ağladı ve hâlâ ağlıyor ama nâfile...

Tatar ve Kafkas, annelerinin öldürülmesine yardım etti, "Basra harab olduktan sonra" yani iş işten geçtikten sonra anladı, oturup ağladı. Nâfile...

Arap yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürdü, hâlâ anlamadılar ağlamasını bile bilmiyorlar, rahatları yerinde zira...

Afrika kardeşini tanımadı öldürdü, şimdi başına gelen musibetlerden ağlayıp inliyor.

İslam âlemi bayraktar oğlu Osmanlı'nın öldürülmesine yardım etti, şimdi bir şehit anası gibi saçlarını çekip, ağıtlar getiriyor.


Milyonlarca müslüman, tam bir hayır olan hac ibadeti için yollara düşmedi, her yönüyle bir belâ olan düşman bayrağı altında dünyada boşu boşuna dolaştı ve dolaşıyor...