8 Mart 2014 Cumartesi

Târihî Tekerrürler Devr-i Dâimi

…İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz…” (Âl-i İmran; 140)

Batılı bilim adamları zamanı düz bir çizgi olarak tarif etmişlerdir. Buna karşılık şarkiyatçılar ise bu ayete dayanarak zamanı; dairesel bir çark olarak ele almışlardır.

Zaman bir dönme dolaba benzer. Dönme dolaba binen birisi yukarıya geldiğinde, yeni binen bir başkası aşağıda kalmaktadır. Dolap sürekli döndüğünde birisi aşağıda, birisi yukarıda olmak suretiyle deverân eder.

Tarih misliyle tekerrür eder. Dünkü gün bugünkü gün değildir ama mahiyet olarak aynıdır. Geçen sene açan aynı ağaçtaki çiçekler ve yapraklar bu senekiler değildir, gelecek senekiler değildir fakat aynı mahiyet üzere farklı kimliklerle gelip geçerler. Tarih de aynen böyle yaşanır...

Müslümanlar’ın birbiriyle imtihan olmasının temelinde yatan tekfir, tenkit ve haset hastalığı bugün iyice ayyuka çıkmıştır.

Hz. Âdem’in çocukları Habil ve Kabil’i birbirine düşüren ana faktör hasettir.

Hz. Yusuf’un kardeşleri, babaları Hz. Yakub’un Yusuf’a olan muhabbetini kıskanıp Hz. Yusuf’u kuyuya atmışlardır. Kuyudan çıkan o çocuk, önce Mısır’da Maliye’den sorumlu bakan olmuştur. Mısır Melik’i kendisine bir makam teklif ettiğinde;

Yûsuf, "Beni ülkenin hazinelerinden sorumlu bakan yap. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim dedi." (Yusuf; 55)

Hz. Yusuf neden maliyeden sorumlu olmayı istedi? Çünkü bir ülkenin terakki etmesi, evvela ekonomik olarak terakkiyata bağlıdır. Belki de o günlerde  Mısır’da bir yolsuzluk vardı ve ülkenin geleceği bu yolla karartılacak ve terakkiyata mâni olacaktı ki Hz. Yusuf bu makama tâlib oldu. Bu makamla Mısır’ın liderliğine yükselen Hz. Yusuf kardeşlerini ve ailesini yanına almış ve kardeşleri onu tanıyınca, geçmişte yaptıklarından tevbe ve istiğfar ederek kendisinden helallik istemişlerdir.

İnsanlığın ilk fitnesi Kâbil’in Hâbil’i öldürmesiyle başlamıştır. İslam dünyasının da ilk fitnesi, İranlı bir kölenin Hz. Ömer’i şehit etmesiyle olmuştur. Tarihin tekerrürleri içerisinde bugünkü hadiselerin ortaya çıkışının da ana sebebi olarak hased ve İran’dan getirilen mut’a nikahına açık bayanlar ve iyi yetiştirilmiş ajan bürokratlar ile vahdeti bozucu, Hizmet edenlerin sırtından vurucu fitne meydana gelmiştir.

Efendimiz’den (s.a.s) sonra Sahabe arasındaki siyasi içtihatlar, onları birbirine düşürmüştür. Hz. Ali’nin hain ve kafir ilan edilmesi…

Halkın Hz. Hüseyin’e olan muhabbeti Emevi hükümetini ve Mekke valisini endişeye düşürdü. Etraftakilerin yönlendirmesi, su-i zanlarını ve vehmlerini delil zannetmeleri onları zulme düşürdü. Hz. Hüseyin’in siyasetle, makamla, parayla işi olmayacağını bildikleri halde paralel bir yapı kurmalarından endişe ederek onu öldürdüler. Bir makam sahibi, kendinden başkalarının yükselmesi ve sivrilmesinden rahatsız olur.

Üstad Bediüzzaman hazretleri Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinin altındaki hikmetleri tespit ederken önemli iki esasa dikkat çekmiştir;

Üçüncü Sualiniz: "O mübarek zatların başına gelen o feci, gaddârâne muamelenin hikmeti nedir?" diyorsunuz.
Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin'in muarızlarını merhametsiz gadre götürecek esaslar;

- Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, "Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas feda edilir."

Bugün de bir Mecelle kanunu olan “Zarar-ı âmmı def için zarar-ı hass ihtiyar olunur” kuralını, bir bölgenin, bir cemaatin ve bir şahsın feda edileceğine getirerek, sonunda da “Muhsin Yazıcıoğlu örneğinde olduğu gibi” diyerek katline ferman mânâsının çıkabileceği fetvalar veren hocalar var maalesef….

- Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddârâne bir düsturu olan, "Milletin selâmeti için herşey feda edilir." (On Beşinci Mektub)

Ekber Şah 1014 (1605) senesinde ölünce oğlu Cihangîr tahta geçti. İmam-ı Rabbâni bu duruma çok sevindi. Çünkü Cihangîr'in, babasının aksine İslâmiyet'e bağlı olduğunu düşünüyordu. Yazdığı bir mektupta ondan "İslam padişahı" diye bahsetmişti. Ancak Cihangîr de ilk zamanlardaki istikametini ve çizgisini koruyamadı. Zamanla, Müslümanlara yönelik haksızlıklar yapmaya başladı. Etrafını dolduran Şiî uleması, yönlendirmeleriyle Cihangîr'e çok hatalı icraatlar yaptırdı.

Cihangîr 1028 (1619) senesinde İmam-ı Rabbâni'yi başkent Agra'ya çağırdı. On yıl önce hocasına yazmış olduğu bir mektupta geçen bir kısım tasavvufi ifadeleri bahane ederek İmam-ı Rabbâni'yi sorguya çekti. Sorgunun ardından da yine aynı bahaneyle Govâliyâr kalesine hapsetti. Padişah Cihangîr, daha sonra kendisinin kaleme aldığı "Tûzuk-i Cihangîrî" adlı eserinde İmam-ı Rabbâni'yi ülkenin hemen her şehrine temsilci gönderip teşkilatlandığı ve tarikatini yaydığı için hapsettiğini anlatacaktı.

İmam-ı Rabbâni'nin en büyük müridlerinden Muhammed Emin Bedahşî, "Menâkıbu'l-hazarât" isimli eserinde hapsin gerçek sebebi ile ilgili önemli bilgiler vermektedir. Ona göre bu hapis olayının temelinde İmam-ı Rabbâni'nin Cihangîr'e saygı secdesi yapmaması (biat etmemesi) vardı. Ayrıca, İmam-ı Rabbâni'nin orduda ve devlet bürokrasisinde çokça müridi ve taraftarı bulunuyordu. Ülkenin hemen her köşesine yayılan bir yapıyla irşad faaliyetlerini sürdürüyordu. Bütün bunlar, İmam-ı Rabbâni'yi Cihangîr'in gözünde önemli bir tehdit ve iktidar alternatifi haline getirmişti. Cihangîr'in etrafını saran Şiî grup onu sürekli İmam-ı Rabbâni'ye karşı dolduruyor ve istediği zaman kendisini devirebilecek güçte olduğu fitnesini yayıyorlardı. Bu fitnenin tesirinde kalan Cihangîr, on yıl önce yazılmış bir mektubu bahane ederek "ikinci bin yılın müceddidini" hapsetti.

Ancak İmam-ı Rabbâni'nin dışarıdaki müridleri huzursuzdu. Kendisine, isterlerse her an Padişaha zarar verebileceklerini söylediler. Fitnenin hiçbir çeşidine geçit vermeyen büyük İmam, "Padişaha kötülük etmek, ülkeye kötülük etmektir" diyerek müridlerinin bu ısrarlı taleplerini reddetti. Cihangîr, İmam-ı Rabbâni'yi daha fazla hapiste tutmayı göze alamadı ve kendi gözetiminde kalması şartıyla serbest bıraktı. Sarayına yakın bir ordugâhta yaşamasını ve dışarıyla fazla temas kurmamasını istedi. Gittiği bazı gezilere İmamı da götürdü. Böylece hem halkın sempatisini kazanmış hem de İmam-ı Rabbâni'yi kontrol altında tutmuş oluyordu.
Bu zahiri yakınlık bile çevresindeki fitnecileri rahatsız etmiş olacak ki, Cihangîr, 1033 (1624) senesinde İmam-ı Rabbâni'nin köyüne dönmesini ve münzevi bir hayat yaşamasını istedi. Cuma namazları dışında evinden çıkmayan İmam-ı Rabbâni hazretleri bu sıkıntıya en fazla bir yıl dayanabildi. 28 Safer 1034 (10 Aralık 1624) tarihinde 60 yaşında iken ruhunun ufkuna yürüdü. Geride, başta "Mektûbât" olmak üzere onlarca eser ve hala gönüllerde yaşayan fikirler, nasihatler bıraktı. Rabbim, himmetine, şefaatine mazhar eylesin...” (Süleyman Sargın – 30 Mart 2012)

Osmanlı’nın rahat ve rehavete düştüğü Lale Devri’nde (Osmanlı’da Derin Devlet dizisi bunu işledi) saraya sızan Pers ajanları ve mut’a nikahı için gelen kadınlar koca devletin içini oyup kemirdiler ve o koca çınarın devrilmesi üç asır sürdü.

Bediüzzaman da özellikle Eski Said döneminde bugün yaşananları aynıyla yaşamıştır. Kafasındaki Medreset’üz-Zehrâ projesini Sultan Abdulhamid’e (r.a) anlatma derdiyle velîlerin, ders-i âmmların, şeyhlerin, âlimlerin şehri İstanbul’a 30’lu yaşlarında şark kıyafetiyle, şöhreti kendinden önce gelen bir genç olarak İstanbul’a ayak basmıştır. Yıldız sarayında Abdulhamid’in etrafını saran Mabeyn bu görüşmeye engel olmak için her türlü çabayı göstermişlerdir. Mabeyn’den randevu isteyen Üstad’a “sen git biz haber veririz” denmiş ve Üstad Şekerci Hanı’na yerleşerek odasının kapısına “Her suale cevap verilir, sual sorulmaz” tabelası astırmıştır.

Bu durum baya dikkat çekmiş ve şehrin dört bir yanından Üstad’a soru sormak için gelmişlerdir. Bazı şeyhler ve âlimler de kendilerinin gitmesi nefslerine ağır geleceğinden en zor soruları aracılar vasıtasıyla sormuş ve cevaplarını almışlardır. Bu durumu hazmedemeyen, hasedinden çatlayan bir şeyh, Üstad’ı öldürmek için adam tutmuştur. Üstad camiden çıkıp kaldığı hana giderken, önüne çıkan eli silahlı iki adam tam Üstad’a ateş edecekken bir keramet ile elleri bağlanmış ve ateş edememişler. Bu durumu gören Üstad yanlarına gidip “Kardeşim ben size hakkımı helal ediyorum, beni size yanlış anlatmışlar” demiş ve yoluna devam etmiştir. (Son Şahitler’de Zübeyir Gündüzalp anlatır)

Bugün de aynı şekilde hasedinden çatlayan bazıları Hocaefendi’yi öldürmek için İranlı bir büyücü ile anlaşmıştır. İstanbul’da yerleşik olan bu adam Hocaefendi’yi öldürmek için cinlerini musallat ederek değişik büyüler yapmaya çalışıyor. Geçtiğimiz aylarda Hocaefendi bir Bamteli sohbetinde işareten bu olayı anlatmıştır. Heyhat ki bu yapılanlar, gününün büyük bir kısmını evrâd-u ezkâra ve duaya ayıran Hocaefendi’nin manevi atmosferini delip geçemeyecektir Allah’ın izniyle…

Abdulhamid’in yakınındaki Mabeyn-i Hümayun'a nezaret eden Zaptiye Nazırı (Emniyet Genel Müdürü) Şefik Paşa ve sarayda görevli üst düzey bürokratlarla, alışık olmadıkları bir üslupla konuşması Üstad’ın hüsn-ü kabul görmemesine sebep olmuştur. Üstad’ın Saray'a sunduğu eğitimin ıslâhıyla ilgili arzuhalleri başını derde sokmuştur. Asıl problemler buradan çıkmaktadır.

Bugün de aynı şekilde Şark’taki (Güneydoğu) sıkıntıların ıslahı için Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın hükümete sunduğu raporda aynı ifadeler geçmektedir. Güneydoğu’daki sorunun ancak tabana inerek ve eğitimle hallolacağını anlatmalarına rağmen, hükümet “siz karışmayın” demiştir.

Asırlardan beri Osmanlı'yı yıkmak isteyenler, “Mabeyni” kontol altında, “Mabeyn” yoluyla Sultan Abdülhamid'i kontrolleri altında tutarken, onların oyunlarını bozacak bir projeye yol vermeleri mümkün değildi.
Abdulhamid’i Üstad’a karşı dolduruşa getirip mecnun diye anlatanlar, Üstad’ı derdest edip tımarhaneye attırmışlardır.

Bugün de aynı şekilde Hükümet’i Camia’ya karşı dolduruşa getirip “paralel devlet, derin devlet, alternatif devlet” diye anlatanlar  “üç polis bir savcı ile derdest edip örgüt davasıyla mahkum etmek isteyenler, “Silivri’nin yanında 5000 kişilik mahkeme yaptırılıyor, bunlar için yetmeyecek bile. Gülen ABD’den dönsün, İmralı’da yeri hazır” diyerek televizyon kanallarında, sosyal medyada insafa gelmez tehditler savuranlar da aynı şeyi yapmak istiyorlar.

Üstad ile uğraşan sadece ricâl-ı devlet değildi. Halkın ona teveccühünden rahatsız olup hasedinden çatlayan ve onu ilmen ve siyaseten alt etmek isteyen âlimler de vardı. “Bunlar okunmaz deyip” Risaleleri fırlatan şeyhler, “Bu adamın sakalı bile yok, sözü dinlenmez. Cuma’ya bile gitmiyor, söylediğine itibar edilmez” diyen hocalar, “Cumhuriyet’e ve Kanun-u Esasi’ye destek veriyor” diye tekfir edip reddiyeler yazan âlimler vardı.

Üstad bunların hepsine cevap vermiştir.

Soru: İnkılâptan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede mûteriz olduğun halde, hükûmete hücum edenlere dahi îtiraz ederdin. Hatta selâtin-i Osmâniyeyi ifratla senâ ederdin; hatta derdin: ‘Muhtemeldir, Abdülhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir” derdin. Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem îtiraz, hem hücum ederdin; hem de bazılara karşı müdâfaa ederdin?

Cevap: İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad eden bir zâta rast geldim. Siyasetteki muktesit (orta yol) mesleği bana gösterdi. Hem, ta o vakitte, Namık Kemâl’in “Rüyâ” makalesiyle uyandım. Lâkin, maatteessüf, sû-i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etraki tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan kanun-u esâsîyi ve Hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi (Her kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse... Maide-44) ilâ âhir hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki:  (Hükmetmezse)den kasıt bilmânâ  (Tasdik etmezse)dir. 

Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esâsîye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin onlar, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehl-i hürriyeti tadlil eden şu kısımdandır. 
İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm; dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa'ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni İnkılaptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilalin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zail oldu. Tâ o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız (Ahrar fırkası) mutekid müslümanlardır. 
Elhasıl: Hükümete hücum edenler, bazıları "Haydo, Haydo" derlerdi, bazıları "Haydar Ağa, Haydar Ağa" derlerdi; ben "Haydar" derdim, şimdi de "Haydar" diyorum vesselam...”(Münazarat)

İşte bugün de aynı şekilde itiraz eden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrit grupları vardır. Birinci ehl-i ifrat grubu; Hocaefendi’yi ve Camia’yı tekfir edip, kafir görüp halka da böyle anlatıyorlar.
İkinci kısım olan ehl-i tefrit de taassublarını delil gösteriyorlar ve vaziyeti muhafaza etmek için “paralel yapı, derin devlet” diyerek halka vesvese veriyorlar.

Hadiselerin yakın tarihteki cereyanlarından bir tanesi de Üstad Necip Fazıl Kısakürek devrinde yaşanmıştır. Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Turgut Özal ile münasebetleri olan Necip Fazıl, her siyasi lidere nasihat makamında mektuplar yazmıştır.

Necip Fazıl’ın genel düsturları şunlardır;

Manzaranın ifade ettiği bu şartlar karşısında sırf dış politika alemine göstermelik diye çıkarılan Partiler reçetesinden hiçbir şey ümit etmemek lazımdır. Dış âlem gayet tabii olarak bu reçeteyi yutmayacak ve Türkiye'ye beslediği nefret hissini olup-bitenlere inanmış gibi görünerek devam ettirecektir. Askerî idare ise, "Ben parti-marti diye birşey takmam! Memleketi kuvvet kumandanları idare edecektir!" diyebilecek kadar cesaret ve samimiyet göstermeksizin saçma sapan olsa da rolünü sürdürmekten geri kalmayacaktır.

Bu yüzdendir ki, vatanı kurtarma dâvasında her fedakarlığa hazır ve bir kök telakkiye malik bir Partiye düşen borç, kimya tabiriyle "renksiz, kokusuz, tadsız" bir dış yüz peçesi altında, her tarafa güler yüz göstererek gayesini kalbinde muhafaza etmek, fincancı katırlarını ürkütmemek ve fırsat doğduğu, günü geldiği zaman nihaî atılışa girmektir.

Şurası muhakkaktır ki, bugünkü idare, tanzimattan beri gelen sahte inkılaplara zıt köklü ve dünya ötesi bir telakkiye sahip bir Parti'ye asla tahammül edemez ve o partiyi laboratuvarda muayene etmeksizin imha eder. İhya etmek için ne kadar ilim lazımsa imha için de o kadar cehalet kafidir.

İşte bütün bunları bilmek yeniden doğacak partinin strateji ve tabiyesini tayin etmekte biricik kıstas mevkiindedir.

Mukaddes gayeye erişmek için "El-harbü Hüd'atün" - Harp hiledir" kaidesince her yola başvurmak mübah ve hatta emir olduğuna göre, dış politikada partiyi desteklendirmek için Amerikan nufuzunu kullanmak ve bu mağrur, aynı zamanda ahmak filin ağırlığından faydalanmak gerekir. Arap ve İslâm âlemiyle temasta Amerikalıları ve Sovyetleri gocundurmayacak bir edaya bürünmek başlıca hedeftir.

Böyleyken, değil Türkeş ve C.M.K.P. (Cumhuriyetçi Milli Köylü Partisi) Roma'daki Vatikan'dan, Moskova'daki Kremlin'e kadar bütün ideolocya merkezleriyle derhal anlaşmaya ve el ele vermeye hazır olduğumuzu bildirir ve bunun tek şartı olarak şu ana ölçünün kabulünü ileri süreriz:

"Bütün emirleriyle Allah ve Resûlü... Gerisi topyekûn bâtıl!

İşte Necip Fazıl’ın bu öğütleri özellikle Erbakan ve MSP nezdinde hiçbir itibar görmemesinin yanında tahkir hatta tekfirle karşılanmıştır.

Bu yaşananlardan sonra Necip Fazıl, Erbakan’a bir mektup yazmıştır;

Necmeddin Bey;

İslâm'da hak ihtar 3 ise size aziz gaye uğrunda en aşağı 300 kere baş vurmuş olan fikir babanız mevkiindeki bu adama, en son, Adalet Bakanı Müftüoğlu'nun evindeki nihaî toplantıdan sonra takındığınız daimî ve cibillî "boş verme" tavrından, artık bu dâvayı kurtarmak değil, harcama yolunda olduğunuza inanıyor; ve dâvanın gerçek kurtuluşunu, onu yanlış ve kötü temsil edenlerden kurtulmakta buluyorum.

Umumî efkâr karşısına çıkmadan bu kısa mektubumu, veda mahiyetinde size göndermeyi fikir namusu gereği bilir ve herşeyi Hakkın takdirine havale ederim.

Hocaefendi İzmir’e ilk geldiği yıllarda, Cumhuriyet Gazetesinin İzmir muhabiri Hikmet Çetinkaya idi. Daha Hocaefendi’nin Türkiye’de duyulmadığı yıllardan beri Hocaefendi’yi takip eden, yıllarca Hocaefendi ve Camia aleyhine yazılar ve kitaplar yazan, inanç itibariyle bizlerden çok uzak olan Hikmet Çetinkaya bakın 18 Ocak 2014 tarihli yazısında ne diyor;

Fethullah Gülen’le ilgili yazılanlara bakıyorum... Ben bunların hepsini yazdım ama hakaret etmedim... Vallahi şimdi yazılanlar karşısında ağzım açık kalıyor.

İnanç itibariyle bizlerden çok uzak olan bu insan bile bu kadar insafa gelirken, inanç itibariyle bizlere yakın, beş vakit namaz kılan, alnı secdeye giden insanların Hocaefendi’ye “içi boş âlim müsveddesi, sahte peygamber, o eli kıracağız” demesi akılla, mantıkla, insafla te’lif edilebilir mi?

Çocuklarımızı gönderdiğimiz öğrenci evleri in midir?

Çocuklarımızı teslim ettiğiniz öğretmenler Haşhaşi midir?

İnsanlar çocuklarını bu okullara bu dershanelere vatana millet faydalı olsun diye gönderirken, bizim çocuklarımıza İsrail uşağı denmesi hiç vicdanları sızlatmıyor mu?

Bizim düsturlarımızdan birisi de şudur; “dövene elsiz, sövene dilsiz, gönlümüzü kıranlara karşı gönülsüz olmalıyız.

Peki söyler misiniz; “dövene elsiz” dedik dövmeleri mi gerekiyor? “Sövene dilsiz” dedik diye ağza alınmayacak hakaretler, tehditlerin mi olması gerekiyor? “Derviş gönülsüz gerek” dedik diye gönüllerimizin mi kırılması gerekiyor?

Hz. İsa’nın Havarileri Antakya’da insanları Allah’a imana davet edince, o insanları linç ettiler. Tam o sırada Habîb-i Neccar çıktı o insanları savundu;

Sizden bir ücret istemeyen, sizden hiç bir menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun!” (Yasin; 21)

Üstad Bediüzzaman bu durumu ifade ederken şöyle der;

Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dâvâ etmek, bir nevi haksızlıktır. Bu nevi haksızlığı irtikâp etmek istemem. Kur'ân-ı Hakîmin hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor. Hem neden korkum olacak? Dünya ile ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluk çocuğumu düşüneceğim yok. Malımı düşüneceğim yok. Hanedanımın şerefini düşüneceğim yok. Riyâkâr bir şöhret-i kâzibeden ibaret olan şan ve şeref-i dünyeviyenin muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet! Kaldı ecelim. O, Hâlık-ı Zülcelâlin elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona ilişsin?” (On Üçüncü Mektub)

Şimdi sizlere soruyorum; günde en az 25 ilaç kullanan, değişik hastalıklarla boğuşan, kendi yazdığı kitaplardan elde ettiği geliri bugün kaldığı odanın kirasında ve gelen misafirlerin karşılanmasında harcayan ve geri kalan parayı infak eden, günde 2-3 saat uyuyan, alem-i İslam’ın derdiyle beli bükülen, dertten ağlayan bir insana bu hakaretler nasıl denebilir Allah aşkına? Hocaefendi’nin çoluk çocuğu yok ki düşünsün, kaybedecek malı mülkü yok ki düşünsün, hanedanı, ailesi yok ki düşünsün. Bir şöhreti var, ona da herkes şahittir ki bir çocuk gibi utanacak kadar mütevazi bir insandır. Hocaefendi’nin bu dünya ile olan tek münasebeti, tıpkı Üstad Bediüzzaman gibi ecelidir. Bu yüzden Hocaefendi korkmaz! Asıl korkması gerekenler çoluk çocuğu suça bulaşmış, malı mülkü yığıp kenz yapanlar, arazileri parselleyenler, hanedanı olanlardır.

Üstad Bediüzzaman kendi devrinde aynı şekilde kendisine saldıranlara şunları söylemiştir;

Dünyada hükümet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usulle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz?” (Yirmi Dokuzuncu Mektub)

Yazıyı Üstad Bediüzzaman’ın şu tespitleriyle bitirmek istiyorum;

Aziz, sıddık, vefadar ve şefkatli kardeşlerim, 

İki gündür hem başımda, hem âsâbımda tesirli bir nezle ağrısı var. Böyle hallerde bir derece dostlarla görüşmekten teselli ve ünsiyet almaya ihtiyacım içinde acîp tecrit ve yalnızlık vahşeti beni sıktı. Böyle bir nevi şekvâ kalbe geldi: "Neden bu tazip oluyor? Hizmetimize faydası nedir?" 

Birden, bu sabah kalbe ihtar edildi ki: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa altın mı, bakır mı diye mihenge vurmak ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve "Nefislerinizin hisseleri ve desiseleri var mı, yok mu?" üç dört eleklerle elenmek; hâlisâne, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pek çok lüzumu vardı ki, kader-i İlâhî ve inâyet-i Rabbâniye müsaade ediyor. Çünkü, böyle meydan-ı imtihanda inatçı ve bahaneci insafsız muarızların karşısında teşhir edilmesinden herkes anladı ki, hiçbir hile, hiçbir enâniyet, hiçbir garaz, hiçbir dünyevî, uhrevî ve şahsî menfaat karışmayarak, tam hâlis, hak ve hakikatten geliyor. Eğer perde altında kalsaydı çok mânâlar verilebilirdi. Daha avâm-ı ehl-i İmân itimad etmezdi. "Belki bizi kandırırlar" der ve havas kısmı dahi vesvese ederdi. Belki bazı ehl-i makamat gibi kendilerini satmak, itimat kazanmak için böyle yapıyorlar diye daha tam kanaat etmezlerdi. Şimdi imtihandan sonra, en muannid vesveseli dahi teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz bir, kârınız bindir inşaallah.

Said Nursî” (On Dördüncü Şua)