22 Aralık 2011 Perşembe

Bir 28 Şubat klasiği; Menemen

Menemen olayı daha önce vuku bulmuş olsa da, zulmün şahs-ı manevisi zaman mefhumunu aştığından tarihlerin pek de bir önemi kalmıyor.

Bu hadise okullarda yıllarca, (her olayda olduğu gibi) tek taraflı anlatıldı; Şeriatçılar ayaklandı, amaçları laik cumhuriyeti yıkmaktı, bir askerin kafasını kesip yeşil sancağın ucuna takarak sokaklarda dolaştılar... vs.

Peki gerçekten böyle miydi yoksa 28 Şubat parodilerinde olduğu gibi bir tezgahla mı karşı karşıyaydık?

Menemen hadisesi, muvazaalı bir parti olan Serbest Cumhuriyet Fırkasının kapanmasından tam 1 ay 6 gün sonra meydana geliyor.

Ekim 1930 belediye seçimleri öncesinde düzenlenen mitinglerde Mustafa Kemal ve rejim aleyhine sloganlar atıldığı, özellikle İzmir mitinginde büyük olayların patlak verdiği kayıtlarda vardır. Seçimler gelip çattığında SCF'nin kazandığı 14 beldeden bir tanesinin de Menemen olduğu bilinmektedir.

Bazı tarihçiler Menemen olayıyla, bu seçim sonucunun bir bağlantısının olduğunu söylemektedirler. Eylül ayındaki Menemen mitinginde halk Ali Fethi Bey'e büyük tezahüratta bulunmuş ve yer yerinden oynamıştı. Çok sayıda muhalifin bulunduğu Menemen'de bir kumpas meydana getirilmek isteniyordu. Ve istenildiği gibi de oldu...

22 Şubat 1986'de "Atatürk'te İnsan Sevgisi" konulu konferansta konuşan Kenan Evren şunları söylüyor;

"Menemen'deki o hadise vuku bulunca Mustafa Kemal "Derhal orayı topa tutun, top yok mudur orada?" emrini vermiştir. Ve mahkeme sonunda da 33 kişinin idamını hiç acımadan tasvip etmiştir. Neden? Çünkü devlete karşı işlenmiş suçtur. Eğer Atatürk, şahsına karşı işlenmiş bir suç olsaydı, muhakkak ki onları affederdi."

Acaba Kenan paşanın, Atatürk'ün şahsına yapılan İzmir suikasti sonrasında idam edilenlerden haberi yok muydu?

Mustafa Kemal'e muhalifliğiyle bilinen Dr. Rıza Nur, 29 Aralık 1930 tarihli Fransız Matin gazetesinde Menemen hadisesiyle alakalı şunları aktarıyor. Bu görüşlerini daha sonra "Hayat ve Hatıratım" kitabında da neşrediyor.

"Dediğimiz oluyor. Mustafa Kemal'in milletin kendi aleyhinde olduğunu görünce yeniden bir terör yapacağına hükmetmiştik. Demek başlıyor. Zannımca bu isyan ehemmiyetsiz bir şey olacak. Belki hükümet tarafından teşvik edilmiştir. Çünkü teröre vesile yapılacaktır. Hatta Serbest Fırka erkanının da bununla müşterek olduğunu söylüyorlarmış. İşte ne kadar katliam edilecek menfaatlerine muzır görülen adam varsa, bu vesile-i cemile ile temizlenecektir."

Mustafa Kemal'in genel sekreterliğini yapan Hasan Rıza Soyak ise "Atatürk'ten Hatıralar" kitabında olayı, tıpkı Danıştay saldırısı sonrası kameraların önünde haykıran Tansel Çölaşan gibi en ince detayına kadar anlatıyor. Fakat olay gerçekleştiğinde Hasan Rıza Soyak'ın Menemen değil de Edirne'de olduğu da bilinmektedir.

"Son Devrin Din Mazlumları" kitabında Menemen hadisesinin iç yüzüne de yazan Üstad Necip Fazıl Kısakürek, olayın nasıl bir tezgah olduğunu şahitlerin ağzından anlatıyor;

"Sebep, tek olarak din güdücülerinin imhası ve halkın yıldırılması...
Bu esasi sebep etrafında iki tane de yardımcı sebep var. Birincisi; Serbest Fırka zamanında Menemen 7'sinden 70'ine kadar o tarafa geçmiş ve aynı günlerde kendisini ziyarete gelen Halk Partisi kodamanlarına "yuh" çekmiştir. Hükümetçe karar: "Menemen'e en tesirli bir gözdağı vermek lazımdır."

Necip Fazıl devamında, meclis mebusu olan Hasan Basri Çantay ve Salih Yeşil'in şahit olduğu şu olayı anlatıyor;

"O tarihlerde, içlerinde Mahmut Esat Bozkurt, Vasıf Çınar ve Şükrü Kaya'nın da bulunduğu bazı Halk Partisi büyükleri Bursa'da Adapalas otelinde zevk ve safaya batmış, günü birlik hayattan kâm almak için cümbüş içinde yuvarlanırken bir hadise oluyor. Otellerinin önünde duran taksi ve otobüslerden, bereli, kasketli, sakallı dini üslup belirtici kılıklarla bazı insanlar iniyor. Manzarayı yorumlayamayan kodamanlar hayretle birbirlerine soruyorlar; "Kimdir bu müslüman kılıklı adamlar? Yoksa bizden bir istekleri mi var?" Aralarından biri cevap veriyor; "Yok efendim, bizimle alakaları yok. Karşı otele İstanbul'dan bir Nakşi şeyhi gelmiş. Erbil'li Şeyh Es'ad Efendi, onu ziyarete geliyorlar." Ve o akşam bu kodamanların halkalandığı masada şu karar alınıyor:


Artık bu adamların köküne kibrit suyu dökülmesi gereken zaman gelmiştir. Bizzat mahkum kabul ettiğimiz Menemen'de bir hadise çıkartılacak, hadiseye rejime karşı bir kıyam süsü verilecek ve ondan sonra sürek avı halinde din elebaşıları devşirilip birer birer ezilecektir."

Aynen karar verildiği gibi olmuştu ve karşı otelde kalan Erbil'li Şeyh Es'ad Efendi'nin adı olaya karıştırılmıştı. Fakat Şeyh Efendi 90 yaşında olduğu için idam edilmemiş ve fakat duruşmalar esnasında vefat etmiştir.

Hemen hemen bütün kaynaklarda, olayın esas oğlanı olarak Mehdilik ilan eden Mehmed Giritli'nin adı geçiyor. Görüldüğü üzere, tarihin bir çok devrinde ve günümüzde olduğu gibi Mehdilik iddiasında bulunan bir deli daha karşımıza çıkıyor. Aslen Manisa Arpalan'lı olan bu adam, semt halkı tarafından nefret edilen bir esrarkeştir. Modern Hassan Sabbah olan bu manyak etrafına topladığı gençleri esrar içererek kendisine bağlıyor.

Necip Fazıl'ın anlattığına göre olayı planlayanlar Manisa ve köylerine gidip mahut kadroyu tespit ediyor. Mehmet Giritli ve adamlarının durumu büs bütün işlerini kolaylaştırıyor. Hele helen din mevzusunda abuk sabuk görüşleri olan ve Mehdilik hevesinde olan Mehmet'i bulunmaz kıymette kabul ediyorlar.

Çakma Mehdi Mehmet etrafına topladığı gençlerle Manisa'dan Paşaköy'e gidiyor. Oradan da Bozalar köyüne, ekip içindeki Sütçü Mehmed'in kardeşinin evine misafir oluyorlar. Evde iki baba ve iki oğul olmak üzere üç kişi var. Oğullardan büyüğü askerlikten yeni dönmüş. Misafirlerin hareketlerinden şüphelense de babasının emriyle onları sabah erkenden arabayla Menemen'e götürüyor. Ekip, kasabaya girmeden bazı işlerinin olduğunu söyleyerek arabadan iniyor. Yürüyerek ve yolda sık sık esrar molası vererek ilerliyorlar. Giritli Mehmet şunları söylüyor; "Artık Mehdiliğimi ilan edebilirim. Günü geldi." Ardından camiye girip senaryoyu aynen gerçekleştiriyorlar...

Bu elîm hadiseden sonra, farklı şehirlerden getirilen bir çok insan idam ediliyor. Bu insanların kim oldukları ve nerelerden getirildiklerinin belgeleri Tsk'nın sitesinde mevcut. İşte o belgelerden bir kaç tanesi;













Şehit edilen Kubilay'ın çavuşu olan Mahmut Özkan, 24 Aralık 1989'da Zaman gazetesine verdiği röportajda, olayın din boyutlu olup olmadığı sorusuna şu cevabı veriyor;

"Esrarkeşlerine din ile ne alakası var? Hınzır oğlu hınzırlar. Müslümanlar yaptı diyenler yalan söylüyor. Son olarak söyleyeceğim Menemen halkının suçu olmadığıdır. Bir de Kubilay'ın mermiyle öldürülmesidir."

Olay sonra havalide ne kadar hoca varsa hepsinin toplatıldığını da 25 Aralık 1988'de Zaman gazetesine röportaj veren Mustafa Kemal'in postası Hamiz Özdemir aktarıyor;

"Menemen hadisesi Atatürk'ü çok kızdırmıştı. Ne kadar hoca varsa hepsini topladılar. Bismillah diyeni topladılar..."

Mete Tunçay da "Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek- Parti Yönetiminin Kurulması 1923- 1931" kitabında Mustafa Kemal'in tavrını ve tavrın yanlışlığını şu şekilde anlatmaktadır;

"Olay yerinde şiddetle bastırılmakta kalmamış, uzaktan yakından ilgisi görülmeyenler hakkında da hemen kovuşturmaya geçilmiştir. Bu arada Gazi'nin Mareşal'e mektubunun yayımlandığı günkü gazeteler, içlerinde 90 yaşında olan Nakşibendi Kutbü'laktabı Esat Efendi'nin de bulunduğu 8 kişinin nezaret altına alındığını yazmaktadır. Oysa Nakşibendilik gibi ciddi bir tarikatın, cahil bir kimsenin Mehdi iddasını benimsemeyeceği açık olmak gerekir."

Bu olayın da Çerkez Ethem'e bağlanması hususunda Mete Tunçay "Bu kuşkuludur. O sıralar Türkiye'de devlete karşı her hareketi Ethem'e bağlamak adetti." diyor.

Hadiseden sonra Menemen'de sıkıyönetim ilan edildi ve infazlar oldu. Sindirilmiş ve korkutulmuş halk da 6 Şubat 1931'de tekrarlanan seçimde oyunu Cumhuriyet Halk Fırkasına vermişti. Zaten ne de olsa artık SCF diye bir parti yoktu...

Ahirzaman fitnesinin şahs-ı manevisi başarıyla bir oyun daha oynayarak emellerine ulaşmıştı.

Fakat unuttukları bir şey var; Oyun henüz bitmedi...

21 Aralık 2011 Çarşamba

İhvân-ı Müslimîn ve Nur hareketi

Birgün gazetesinin dünkü (20 Aralık 2011) manşeti aynen böyleydi. Birgün gazetesinin genç muhabiri Barış İnce, “Müslüman Kardeşler'den yeni Osmanlılar'a İslamcılık" kitabının yazarı Selin Çağlayan ile Müslüman Kardeşler üzerine bir röportaj yapmış. Röportajın bir bölümünde "Gülen hareketi ile Kardeşler örgütü arasında benzerlik var mıdır?" sorusu üzerine yazar benzerliklerin olabileceğini fakat siyasi anlamda farklılıkların da olduğunu belirtiyor.

Fakat fena halde cemaat takıntısı olan Birgün gazetesi röportajın sadece bu kısmını tırtıklayıp manşete çekiyor.

İhvân-ı Müslimîn ile Risale-i Nur hareketi arasında çok büyük farklar vardır. Bu farklılıklar her iki tarafın liderleri arasında bile açıkça görünüyor.

Aynı zamanda bir Risale-i Nur talebesi olan İsa Abdülkadir İhvân ile Risale-i Nur hareketinin arasındaki altı farkı muhabiri olduğu Bağdat'ın ed-Difa gazetesindeki köşesinde yazıyor. O yazı Bediüzzaman'ın önerisiyle Emirdağ Lahikası'na da ekleniyor.

İşte İsa Abdülkadir'in tespitleri;

Bağdat'ta çıkan ed-Difa gazetesi Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:

Türkiye'deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye'deki Nur talebeleri, Mısır'da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır?

Ben de cevap veriyorum ki:

Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn Cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur'âniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle farkları var:


Birinci fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar, tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil.

İhvan-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.


İkinci fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket bir dershane hükmünde, Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.

Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.

İhvan-ı Müslimîn ise, umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cemiyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar. Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiyatını verip, alıp, onlardan ders alıyorlar.


Üçüncü fark: Nur talebeleri, aynen, âli bir medresenin ve bir üniversite darülfünununun talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilâyet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.


Dördüncü fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu' edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü, meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır'da, Suriye'de, Lübnan'da, Filistin'de, Ürdün'de, Sudan'da, Mağrib'de ve Bağdat'ta çok şubeler açmışlar.


Beşinci fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur'ân okumak için elifbâyı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek, hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcular da var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur'ân-ı Mecîdin hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka birşeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. "Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar" diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.


Altıncı fark: Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kanaatle ve fakirü'l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur'âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla; ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalâlete karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faydalarından çekiniyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbap sebebiyle, Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.

10 Aralık 2011 Cumartesi

Bir nûr doğuyor Afrika'dan

Bundan 2 yıl 2 ay önce Güney Afrika'nın Johannesburg şehrinde temelleri atıldı Nizâmiye Külliyesinin. Ömrünü câmi ve imam-hatip lisesi yapmaya adamış Ali Kervancı ağabey hizmette sınır tanımayan eli öpülesi bir hizmet eridir.

Nizâmiye Külliyesi, Edirne Selimiye Camiinin 2/3 oranına göre tasarlanmış. 850 kişilik kapasitesi, bir İmam-Hatip lisesi, 250 kişi kapasiteli öğrenci yurdu, ortalama 150 kişi kapasiteli Kur’ân-Hafızlık Kursu ve yurdu, en az 10 üniteden oluşan bir klinik (Dâru’ş-Şifa), bir alışveriş merkezi ve mezarlıktan müteşekkil olan bu muazzam külliye çok yakında "hizmet"e açılacak.


8 Aralık 2011 Perşembe

Muhteşem sansür

Fethullah Gülen Hocaefendi 5 Aralık 2011 tarihli Bamteli sohbetinde ulemâ geleneği ve kanaat önderlerini anlatırken Kanuni Sultan Süleyman'dan ve onun hocalarından bahsediyor. Tam bu sırada bir tarihçiden öğrendiği bir bilgiyi aktarıyor. Kanuni Sultan Süleyman'ın cephede vefat ettiği, 46 senelik hükümranlığında sadece 1.5 sene sarayda (İstanbul) kaldığını söylüyor. Ve Muhteşem Yüzyıl dizisine ve diziyi çekenlere tepki gösteriyor.

Ben de sohbetin bu kısmını keserek, 6 Aralık 2011 Salı gecesi Youtube'a yükledim. Ve o güne kadar medyaya düşmemişti bu konu, fazla kimsenin de dikkatini çekmemişti. Ertesi gün baktığımda 302 kişinin izlediğini ve 51 yorum yapıldığını gördüm. Normalde eklediğim videolara yorum yazılmasına izin vermem. Zira Youtube yorumları vasıtasıyla ülke kurtaran, tartışan heyecanlı gençlerin varlığını gayet iyi biliyorum. Bir keresinde Çiçek Abbas videosunun altında "Ankaracücü gömer ulaaan!" yazdığını görmüştüm. Efsanedir Youtube yorumları. Her neyse...

Bu sabah (8 Aralık 2011 Perşembe)) Youtube'a girip videoyu bir arkadaşıma izletmek istediğimde videoya ulaşamadım. Giriş yaptığımda videonun bir gerekçeyle silindiğini gördüm. Silinmeden önce de 6157 kişinin izlediğini gördüm. "Biz ekliyoruz Youtube siliyor!" başlıklı gereksiz videolarla o kadar dalga geçtim ki, sonunda başıma geldi.

İşte Youtube'un gerekçesi;











Kısaca diyor ki; Telif haklarını ihlal ettiğiniz gerekçesiyle videonuz silinmiştir. Bir daha yüklerseniz hukuki sonuçlarına katlanırsınız.

O kadar demokratik bir site ki size reddetme, kabul etmeme gibi bir seçenek de sunmuyor. I acknowledge! Kabul edeceksin başka çaresi yok!

Bu dizi daha yayınlanmadan gündeme bomba gibi düşmüştü. Kanuni Sultan Süleyman'ın şehvetperest, hodfuruş, hodbin bir adam olduğunu, sarayda kadınlarla gününü gün ettiğini, saray ahalisinin de Dallas eşrafı gibi entrika, yalan, düzenbazlıklarla sarayı birbirine kattığını konu ettiğinden baya tepki çekmişti. Binlerce insan Rtük'e şikayet edip yayınlanmamasını talep etti. Ama nafile...

Tam da o günlerde; "Cemaat devreye girer bu diziyi de yayından kaldırtır!" türünden komplo teorileri dönüyordu. Videodan sonra daha da artacaktır...

Fakat benim merak ettiğim bir şey var;

Her hafta yayınlanan ve yayınlandıktan hemen sonra "hayranları" tarafından bölümleri Youtube'a eklenen bu dizinin, nasıl bir telif hakkı var ki buna göz yumup, benim yüklediğim videoyu kaldırtıyor?

Nasıldı o?

Dokunan yanar devletlüm dokunan yanar...