29 Haziran 2011 Çarşamba

Özdemir İnce & Bediüzzaman - 2

Şu kesin: Kuran, toplumcu, solcu, paylaşımcı ve antikapitalist bir metindir. Kuran, halk için inmiştir, ruhbanın aracılığına, yorumuna ihtiyaç yoktur! Bir kez olsun yukarıdaki ayetleri tartıştırmayı düşünmez misiniz?





Bir zaman bîaman İslâmın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desîse niyetiyle, hem inkâr sûretinde, hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek şemâtetkârâne bir istifhâmıyla dört şey sordu bizden. Altı yüz kelime istedi. Şemâtetine karşı yüzüne "Tuh!" demek, desîsesine karşı küsmekle sükût etmek, inkârına karşı da tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatap etmem. Bir hakperest adama böyle cevabımız var;

- İslam "Mezâhim-i hâzıra (bugünkü sıkıntıları) nasıl tedâvi eder?"

- Hurmet-i ribâ, (faiz yasağı) hem vücûb-u zekâtla. Buna dâir şâhidim;
Allah fâizin bereketini giderip onu mahveder. (Bakara; 276)
Allah, alışverişi helal, fâizi haram kılmıştır. (Bakara; 275)
Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin (Bakara; 43)

- İhtilâl-i beşere (isyanlara) ne nazarla bakıyor?

- Sa'y (çalışmak) asıl, esastır. Servet-i insaniye zâlimlerde toplanmaz; saklanmaz ellerinde. Buna dâir şâhidim:
İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. (Necm; 39)
Altını ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda harcamayanları ise, acı bir azabı müjdele. (Tevbe; 34)

İhtilâlât-ı beşeriyenin mâdeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.

Birinci Kelime: "Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse, bana ne."
İkinci Kelime: "Sen çalış, ben yiyeyim."

Evet, hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede havâs ve avâm, yani zenginler ve fakirler, muvâzeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvâzenenin esâsı ise, havâs tabakasında merhamet ve şefkat; aşağısında, hürmet ve itaattir. Şimdi, birinci kelime havâs tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir; ikinci kelime avâmı kine, hasede, mübârezeye sevk edip, rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selb ettiği gibi; şu asırda, sa'y, sermâye ile mübâreze neticesi, herkesçe mâlûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi.

İşte, medeniyet, bütün cemiyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedid inzibat ve nizâmâtıyla, beşerin o iki tabakasını musâlâha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedâvi edememiştir. Kur'ân, birinci kelimeyi esâsından vücûb-u zekât ile kal' eder, tedâvi eder; ikinci kelimenin esâsını hurmet-i ribâ ile kal' edip, tedâvi eder. Evet, âyet-i Kur'âniye, âlem kapısında durup, ribâya "Yasaktır!" der. "Kavga kapısını kapamak için, ribâ kapısını kapayınız!" diyerek, insanlara ferman eder. Şâkirdlerine, "Girmeyiniz!" emreder.

25 Haziran 2011 Cumartesi

Cennetâsâ bir bahar, bir Yiğit ve bir Cemre Beklentisi

Nerdesin, yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman? Nerdesin, hayâllerimizin güvercini, rüyâlarımızın üveyki? Nerdesin 'ba'su ba'del-mevt' imizin müjdecisi? Izdırab dolu günlerimizde, uykusuz geçen gecelerimizde hep yolunu bekleyip durduk. Ufkumuzda beliren her karaltıya, 'bu O'dur' deyip, 'seniye-i vedâ' türküleriyle yollara döküldük. Guruplara kadar beklediğimiz nice günler vardır ki; kolumuz, kanadımız kırık evlerimize dönerken, zambaktan hülyalarımızla teselli olup durduk. Her yeni gün, bizim için tasa ve kederden esintilerle gelip ruhumuzu ezerken, düşmanlarımız esirdikçe esiriyor ve ortalığı şamataya boğuyorlardı; gelmeyecek Mesih soluklu, Heraklit pazulu diye...

Nerdesin ve ne zaman geleceksin, esâtîrî yiğidim! Billahi, şu ölgün ruhların, pörsümüş gönüllerin hayat mumları sönmek üzeredir! Eğer canlara can katan temiz soluklarınla imdada yetişmezsen, kuruyan göllerimizde, suyu çekilen havuzlarımızda yaprağı dökülmedik tek nilüfer kalmayacaktır. Bağban gideli, bağ bozulalı asırlar oldu. Toprak, semâya inat, sema, 'gözlerin kuruması murat' dediği günden bu yana, zemin bir başdan bir başa çöle döndü. Bizler uçsuz bucaksız bu beyâbanda gördüğümüz her kervana, Yusuf'un gömleğini sorar gibi seni sorduk ve sonra da bir sabr-ı cemil çekerek yeni doğuşlar beklemeye koyulduk. Sessizliğin ve kimsesizliğin içimizi yalnızlıkla doldurduğu, bu insiz, cinsiz âlemde, kaç defa sinekleri kartal; elsiz, ayaksız kötürümleri İskender diye alkışladık. Arkasından koşup durmadığımız kâfile kalmadı. Ama sen, hiçbirinde yoktun! Karşılaştığımız minare kâmetliler, parmak kadar düşünceye, bir mum tutuşturacak kadar irâdeye sahip değillerdi. Ruh dünyaları karbonlaşmış, fikirleri harâbâtî, bakışları miyop ve beyanları alabildiğine dekolte idi. Onlarda, kahramanımızın çarpıcı nazarları, kahramanımızın ıstırap ve acıları, kahramanımızın coşkunluk ve tebessümleri göze çarpmıyordu..

Zaman bizim için hep muharrem, zemin Kerbelâ oldu. Sînemiz, Hüseyin'in âh u efgânıyla inliyor. Gözlerimiz kararan ufuklarda, hilâl arar gibi yolunu gözlüyor, her yüzde seni hayâl etmek, her çığlıkta senin muştunu duymak istiyoruz. Sana hasret, sana susuz ve sana tutkunuz..!

Seni vefalı, seni hasbî, seni şuurlu ve seni hep becerikli tanıdık. Atmosferine sığınan kemlik görmedi. Sen sadakat ve samimiyetin bestesi oldun. Gönül verdiklerinin ağlamasıyla ağladın; gülmeleriyle de güldün. Onlar için inledin ve onlar için sevindin. Yüce gönlüne ve yukarılarda pervâz eden ruhuna, maddiyat ve dünyalar kement olamadı. Pürvefâydın yürekdendin..!

Kafdağından ağır bir yükün altına girerken, ne yaptığının şuuru içinde ve kararlı idin. Onun için ne yolların sarplığı, ne de önüne çıkan kan-revân deryalar, sende gevşeklik, sende yılgınlık ve sende vefasızlık meydana getiremedi. Bir karasevdalı gibi girdiğin bu yolda, 'girdik reh-i sevdâya bize onur, bize gurur lâzım değil' demiştin..!

Hani bir keresinde, dostunun ayağına saplanan bir dikenle, senin hayatını bir terazide tartmak istemişlerdi de, sen çılgına dönmüştün. Bin ruhun olsa, onun zülfünün tek teline feda etmemeyi vefasızlık sayıyor ve isyan ediyordun! Nerdesin Hubeyb...!

Ve yine bir defasında, senin kolunu, kanadını kırmış ve budanan bir ağaç gibi yere sermişlerdi. Kala kala omuzların üzerinde kankırmızı bir başın kalmıştı. Sen cennet hûrilerinin divan duracakları bu yüce başı saklamak istiyordun. Ve hatırlarsan şöyle diyordun: 'Bu baş bu omuzlarda olduğu müddetçe, ona gelip çarpan şeyleri göğüslemezsem vefasızlık yapmış olurum.' Nerdesin Mus'ab..!

Hatırlarsan bir başka zaman, orduları arkana takmış ve çok uzaklara açılmıştın. Kabına sığmıyordun. Ateştin. Tufandın. Bir başdan bir başa yeryüzünü bir hamlede teslim almak ve yüce zimamdarına bağlamak istiyordun. Leventlerinle bir solukta ateşgedelerin ülkesine ulaştın ve içlerine öyle bir vâveyla saldın ki, ard arda Kisra'nın beldeleri târumâr oluyor ve toprağa gömülüyordu. Sonra tuttun topuzunu Bizans'ın başına indirdin. Asırlarca sonra gelecek olan, genç Türk serdarına öncülük yaptın ve Konstantiniye'ye giden yolu açtın. Hızır mıydın, İlyas mıydın? Geçtiğin yerlerde güller bitiyor, ayağını attığın harâbeler, yerlerini umranlara terk ediyordu. Dost düşman kılıcının gökten indiğine inanıyor, orduların seni insanlığın te'dibiyle vazifeli bir melek sanıyordu. Tam, zaferlerinin böyle üst üste kaideleştiği ve senin bu müstesna kâide üzerinde abideleştiğin bir dönemde, iltifat beklediğin bir ağızdan, vazifeden affedildiğini işitin. Sarığın boynunda ve bir mücrim hüviyetinde, o yüce ağızdan: 'Halk, elde edilen zaferleri senin şahsında buluyor, halbuki...' sözlerini dinlerken, ona hak veriyor ve hakkında kesilip biçilen kararlara inkıyâdını belirtiyordun. Sonra tuttun, elinin altında bulunan birinin emrine girerek, yüce ideâlin uğrunda yoluna devam ettin. Söyle, Allah aşkına! Bütün bunlara nasıl katlandın? Senin izzet-i nefsin ve onurun yok muydu? Soluklarına susadığım, yiğidim, Halid nerdesin...!

Bir başka defasında da seni kardeşinle konuşmaktan menetmişlerdi. Hani o güne kadar, bir lâhza kendisinden ayrılmadığın kardeşinle konuşmaktan... Savaş meydanlarında omuz omuza, yemek sofralarında diz dize oturduğun kardeşinle konuşmayacaktın. Emir, âlî bir divandan çıkmıştı ve sen buna riayet etme kararında idin. Dilbeste olduğun O zât aşkına, söyle bana! Şu benim bilebildiğim 'Bilmiyorum' sözünden başka, ona bir lâf ettin mi!. Değilse, o ne sadakat, o ne vefa ve o ne irade! Nerdesin Ebu Katâde..!

Bir defa da sen, hocanın önünde yürüyordun. Itırla yıkanmış cübbene, onun atının ayağından bir damla çamur sıçramıştı. Sen o gün bir hükümdardın. Dünyayı iki hükümdara az gören bir hükümdar... İranlı kapıkulun, Memlûkler kölelerindi, 'Şirler pençe-i kahrından olurken lerzân' , sen tuttun, o çamurlu cübbenin tabutuna sarılmasını vasiyet ettin. Sen nesin? Sofî misin? Derviş misin? Yoksa yerde gezen bir melek misin? Ve ey Şirpençe! Nerdesin...!

Gözlerim yollarını gözlerken, dilim davet türkülerini söylerken, kırık mızrabımı gönlümün tellerine dokundurmak istedim. Heyhât! Bu muammanın bir küçük noktasına dahi tercüman olamadım. 'Ben o nağmeden müteheyyicim ki, yokdur ihtimali terennümün.'

Nazarlarımız ilk geldiğin yolda takılıp kaldı. Ve, yıllar yıllı, bir daha geleceğinin ümidini, içimizde besleyip durduk. Ve hayâllerinle avunduk. Bu ümit, bu azimle sonsuzlara kadar, her şafakta seni arayacak ve her kervandan seni soracağız. İnan, ne bizim yalnızlık ve inkisarımız, ne de düşmanlarımızın habire kudurup durması, senin yolunun delileri olmadan bizi vazgeçiremeyecektir...!

Bu uğurda, belki bin defa aldanacak, bin defa ateş böceklerine koşmalar dizecek, yüzbin defa zangoçlara yahşi çekecek ve vaftiz suyunu âb-ı hayat diye içeceğiz, ama, bir Mevlâna anlayışı içinde, senin yolundaki yalanlara dahi gönlümüzü çıkarıp armağan etmeden geri kalmayacağız...

Ey tatlı rüyaların sevimli kahramanı! Riyânın, şöhretin, mansıbın aydın ümitlerimize zift sürmek istediği şu kara günlerde, ağzının diriltici iksirine muhtaç gönülleri daha fazla bekletme...!

*** (Mart-1981)

19 Haziran 2011 Pazar

TBMM'de yeni dönemin şifresi

Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et.
Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
Eğer seni aldatmak isterlerse bilmiş ol ki sana yetecek Allah’tır. O, seni bizzat kendi yardımıyla ve inananlarla destekleyen ve onların kalplerini uzlaştırandır.
Şayet yeryüzündeki şeyleri tümüyle harcasaydın, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın.
Fakat, Allah onların arasını uzlaştırdı. Şüphesiz O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal; 61-63)

16 Haziran 2011 Perşembe

Türkçe Olimpiyatları üzerine

Bu yıl dokuzuncusu düzenlenecek olan Türkçe Olimpiyatları, her sene olduğu gibi bu sene de klasik tartışmalara yol açacaktır.

Bu konuda iki ana eleştirel nokta vardır. Birisi; yapılan işin bir kültür emperyalizmi olduğu, diğeri de cemaatin bundan maddi veya manevi nasıl bir kazanç sağlayacağıdır.

Birincisinden başlayalım;

Kültür emperyalizmi; adı üstünde kültür sömürücülüğüdür. Sömürücülük ise karşı tarafa zor kullanarak, baskıyla, çoğu zaman zulümle uygulanır. Halbuki yurtdışında açılan Türk kolejlerinde zorlama, baskı ve zulüm yoktur. Zira o okulların hepsi, bulundukları ülkelerin özel okullarıdır. Yani kimse çocuğunu oraya vermeye muhtaç değil. Ayrıca Türkçe eğitim, tüm okullarda seçmeli derstir. Yani öğrenci isterse Türkçe öğrenir, istemezse öğrenmez.

Buna kültür emperyalizmi demek, insafsızlıktan çok cehalettir. Çünkü kültür emperyalizmi, tek parti diktasının yaptığı gibi olur. Türk Halk Müziği dinlemeyi yasaklar, onun yerine; Mozart, Bach, Beethoven dinletmek ister. Folklorü yasaklar, onun yerine; bale, dans, vals, tango yaptırmak ister. Kur'ân dahil tüm dini kitapları yasaklar, onun yerine; batı klasiklerini okutmak ister. İşte kültür emperyalizmi budur...

Gelelim maddi ve manevi kazanç kısmına;

Öncelikle bu okullardan maddi hiçbir kazanç beklenmiyor. Okullar bırakın kâr etmeyi, çoğu zaman zarar ettiği için Anadolu insanının himmetine muhtaç durumdadır. Kendi kendini idare eden ülkelerin sayısı bir elin parmakları kadar. Fakat maddi kazanç sadece para ve kâr odaklı olmadığı için elbette beklenen birşeyler var. Bunu bir yazar şöyle ifade etmişti; “Hayal ediyorum; bundan 15-20 sene sonra Birleşmiş Milletler meclisinde diğer ülkelerin temsilcileri Türk okullarından mezun olan öğrenciler olsun.”
Evet işte bu bir maddi kazançtır...

Manevi kısmı ise asıl gayedir; Rızay-ı ilahi ve ilay-ı kelimetullah...

Dilini yolunu bilmediği, haritada bile gösteremeyeceği bir ülkeye sırf Allah rızası için hicret eden insanların tek bir amacı var; Nâm-ı Celil-i Muhammedî'yi güneşin doğup battığı her yere ulaştırmak...

İslam'da “müellefe-i kulûb” diye bir sınıf vardır. Bu sınıf; kalpleri İslam'a karşı yumuşatılmak, zararsız hale getirilmek veya dinde sebat ettirilmek istenen kimseleri ifade eder.

Bu okullarda okuyan akil-baliğ olmamış çocuklar, henüz İslam fıtratı üzeredirler. Yetişkin olanlar ise müellefe-i kulûb'tur.

“Muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim; kelimeden, sevgiden bir köprü...” diyor ya Cemil Meriç...

İşte Türkçe Olimpiyatları bir köprüdür. Bânîlerine selam olsun...

14 Haziran 2011 Salı

Biz babadan böyle gördük

Bu parti;

İnsanların kılık kıyafetine karışmış, uymayanları astırmış,
İnsanların ne dinleyeceğine, ne okuyacağına karar vermiş,
Sahte ayaklanmalar çıkarıp insanları katletmiş,
İnsanların inançlarını değiştirmeleri için çabalamış,
İnsanların ibadetine karışmış,
İnsanları açlık ve sefalete sürüklemiş,
Zaruret yetmiyormuş gibi ihtilaf çıkartmış,
"Demokrasiye geçiş" adı altında yıllarca antidemokratik bir şekilde tek parti diktasıyla zulmetmiş,
Çok partili hayata geçip seçimi kaybedince darbe yaptırmış ve Adnan Menderes ile arkadaşlarını astırmış,
Kurulduğu günden beri tek bir fayda gösterememiş ve iktidar olamamış bir partidir.

Peki tüm bunlara rağmen neden hala CHP'ye oy veriyorsunuz, bugüne kadar bir faydasını gördünüz mü?

“Hayır, ama biz babalarımızı böyle yaparken bulduk” dediler. (Şuara; 74)

9 Haziran 2011 Perşembe

Ne değişti Sayın "Demokrat"?

“Demokrat” Parti Genel Başkanı Namık Kemal Zeybek, milliyetçi duruşuyla bilinen bir siyasetçidir. Uzun yıllar Kazakistan'daki Ahmed Yesevi Üniversitesinde mütevelli heyeti başkanlığı yaptı. Aynı yıllarda ve aynı ülkede Gülen cemaati de okullar açmaya başladı.

Kendi ifadesiyle; “1978'de İzmir'de Fethullah Gülen ile tanıştım” diyen Zeybek, cemaat ve faaliyetleriyle de Kazakistan yıllarında tanışmış. Önemli ve yararlı işler yaptığı için desteklemiş.

Gerçi 90’lı yılların başında Kırıkkale’de düzenlenen bir konferansta; “Ben kendisini hiç görmedim tanımadım ama dünyanın değişik yerlerinde okul açtıran bir Hocaefendi varmış.” demişti.

Fakat Namık Kemal Zeybek, 3 Haziran 2004'te Tercüman gazetesinde yazdığı bir yazıda cemaati Türkiye için zararlı bulduğunu ifade ediyor.

Aynı yazıda İmam Rabbani'nin güzel bir görüşünü aktarıyor Zeybek;

“Bir mesele hakkında bugün bir görüşüm olabilir. Yarın başka bilgiler elde edersem görüşüm değişebilir. Sonraki gün yeni bilgiler gelirse bambaşka bir görüşe ulaşabilirim. Bilimlik düşünce ve düşünce dürüstlüğünün gereği budur.”

Büyük imamın sözünün üstüne söz söyleyecek değiliz. Cemaatin iyi işler de yaptığını söyleyen Zeybek yazısını şöyle bitiriyor;

“Bugün Fethullah Gülen hareketi güçlenmiş ve siyasetçiler için kazanılması yararlı bir güç durumuna geçmiştir. Sonunda ben de bir siyasetçiyim. Etkili bir cemaatle ilgili olumsuz söz söylememek gerekir, diye düşünülebilirim. Ama iş öyle değil... Cemaatlerin siyasete karışmasını, hem din, hem de siyaset için zararlı buluyorum bu bir...

İkincisi, inandıklarını söylemekten çekinen siyasetçilerin ülkeye ve halka yararlı olmayacaklarına inanıyorum.
Dolayısıyla 1997'de Abant'ta yapılan toplantıda Devlet ile ilgili değerlendirmelerde eski komünist şimdi liberalist bir takım kişilerle aynı çizgide ve ortak anlayışta olduklarını gördüğümden beri bu hareketi Türkiye için zararlı buluyorum.
Diyalog adı altında yaptıkları ve Müslümanlar'ın misyonerler karşısındaki direnişini kıracağına inandığım çalışmaların Müslümanlık için zararlı ve İslam açısından yanlış buluyorum.
Amerika'yı Irak vahşetinden sonra bile desteklemelerini insanlık için zararlı görüyorum.
Rusça'nın baskısından kurtulmaya çalışan ve öz dillerine dönmek çabası içindeki Türk Cumhuriyetleri'nde açtıkları okullarda İngilizce eğitim yapmalarını zararlı sayıyorum.
Diliyorum ki bu yanlışlarından dönerler ve oluşturdukları gücü, yararlı duruma getirirler.
Diliyorum...”

Evet bunlar bir görüş ve düşüncedir. Tenkit etmiyor bilakis saygı duyuyorum.

Aynı Namık Kemal Zeybek, 19 Aralık 2009 tarihinde Radikal gazetesinde yazdığı yazıda ise Gülen'i ve cemaati göklere çıkarıyor;

“Tarihte büyük işler yapan milletimizin büyük işler yapmak yeteneğini yitirmediğinin açık göstergesidir bu okullar...
O zaman öyle diyordum, okullar hakkında hep böyle düşündüm ve bugün de aynı düşüncedeyim...
Hocaefendi'nin ve öğrencilerinin olağanüstü çabalarıyla oluşan kadroların gelecekte Türk dünyası, İslam dünyası ve insanlık dünyası için ‘çok önemli ve çok hayırlı hizmetlere’ zemin oluşturacağını düşünüyorum.
Hangi ‘hayırlı hizmetlere’ mi?
İslam’ın doğru ve aydınlık yüzü doğru temsil edilerek insanlığa gösteriliyor.
Bu az hizmet mi?”

İmam Rabbani'nin sözleri çerçevesinde bu yazdıkları gayet doğaldır. “Demokrat” Parti genel başkanının görüşleri 5 senede değişmiş olabilir.

Fakat burada aklıma bazı şeyler takıldı;

Cemaatin siyasete karıştığı söylemi bugün de hala tartışılmaktadır bu bir...

İkincisi; ben de inandıklarını söylemekten çekinen siyasetçilerin ülkeye ve halka yararlı olmayacaklarına inanıyorum.

1997'de Abant'ta eski komünist şimdi liberalist bir takım kişilerle, günümüzde ise en uç noktalardaki aydınlarla hem Abant'ta hem de Erbil'de toplanılıyor.

Zararlı bulduğunuz diyalog faaliyetleri aynı şekilde bugün de devam ediyor.

Amerika'da yaşayan Fethullah Gülen'in Amerikancı olduğu da bugün hala tartışılmaktadır.

Rusça'nın baskısından kurtulmaya çalışan ve öz dillerine dönmek çabası içindeki Türk Cumhuriyetleri'nde bugün hala İngilizce dersleri verilmektedir.

Yani Namık Kemal Zeybek'e göre cemaat yanlışlarından hala dönmemiş görünüyor.

Şimdi soruyorum;

“Demokrat” Parti Genel Başkanının hangi görüşü değişti de 2004'te zararlı bulduğunu 2009'de göklere çıkarıyor?

Yoksa kendi ifadesiyle; bu hareketin siyasetçiler için kazanılması yararlı bir duruma geldiği için mi bugünkü söylemleri değişti?

7 Haziran 2011 Salı

Bir Ankara türküsü; Türkçe Ezan

"Ezanı bu şekle çevirenler, bunu bir ilândan ibaret zannediyorlar. Halbuki böyle değildir. Ezan-ı Muhammedî bir ilânat değildir. O divaneler bilmiyorlar. Şayet öyle olsaydı, her millet kendi lisanına  göre "namaza gelin" diye çağırırdı. Halbuki bu ezan asr-ı saadetten beri öyle devam ediyor. Bu ilâ-yı kelimetullahtır. İmanın esasını günde beş defa dünyaya ilân etmektedir. İslâmin şeâiridir. Bu şeâir, farzlar kadar  ehemmiyetlidir."

Bediüzzaman Said Nursi