25 Ekim 2015 Pazar

Bediüzzaman, Mâlum Şeyh, Beddua ve Üslub

Bu yazı aslında yazılmayacaktı, yazılmasında bir gereklilik yoktu ve faydalı da değildi. Fakat içinde bulunduğumuz sürecin getirdiği şartlar bu yazıyı zorunlu kılmıştır. “Biz günleri, insanlar arasında döndürür dururuz...” (3; 140) ayetinde ifade edildiği gibi, şahıslar değişse de karakterler ve vasıflar değişmediğinden, tarih aynı muhteva üzerinde tekerrür ediyor zira.
Özellikle 17-25 Aralık sürecinden sonra Cemaat’e karşı yapılan baskı ve zulümlerde, diğer cemaat ve tarikatların sessiz kalmanın ötesinde bu zulme destek olmaları, toplumdaki bölünme ve çatışmanın artmasında etkin bir rol oynadı. Fethullah Gülen’in yapmış olduğu mülaane (çoğuna göre beddua) büyük bir tepki topladı, Cemaat’in yayın organlarının sert dili eleştirildi, Fethullah Gülen ve Cemaat’i ağır hakaretlere maruz kaldı. 
Bir âlim nasıl olur da (hele de Müslümanlara) beddua ederdi? Kendilerini muhabbet fedaileri diye tanımlayan bir cemaat nasıl olur da üslubunu bu kadar bozardı? 
İşte meselenin başında ifade edilen ayet bir kez daha hükmünü gösterdi ve zaman aynı muhteva üzerine farklı şahıslarla tekerrür etti. Çok değil 65 sene öncesinde Bediüzzaman ve bir şeyhin arasında cereyan eden hadiseleri okuduğunuzda benzerliği göreceksiniz. 
Yazıya başlarken “bu yazı aslında yazılmayacaktı” dedim. Fakat Akp’nin güdümünde olan Türkiye ve Star gazetesinde çıkan yazılar ve Tgrt’nin kadrolu hocası Osman Ünlü açıklamaları bu yazıyı gerekli kılmıştır. Hele de Akp’ye eklemlenen Risale-i Nur cemaatlerinin bu yazılar ve ifadeler karşısında sessiz kalıp ama mesele Fethullah Gülen’e ve Cemaat’e gelince aslan kesilmeleri bu yazıyı daha da elzem kılmıştır. Üstadlarına yapılan hakaretler karşısında bir dernek, bir vakıf, bir arsa (havuz sularından gelecek damlalar) karşısında lâl kesilmeleri ibretliktir, alabilene…
BEDİÜZZAMAN, MÂLUM ŞEYH, BEDDUA VE ÜSLUB
Risale-i Nur eserinin müellifi Bediüzzaman Said Nursi, bazı meseleler hakkındaki düşüncelerini ileri bir tarihte neşredilmek üzere yazdırmıştır. Münafıklar Risalesi ve Vehhabiler Risalesibunlardan bazıları olup, çoğu yayınevi tarafından neşredilmiş ve zamanla neşredilmektedir. Neşredilmeyen Risaleler ise Bediüzzaman’ın şahsi mektupları ve yine ileri bir tarihe ertelenen meselelerdir ki, bunlar Risale-i Nur’u yakından takip edenler tarafından “Gayr-i Münteşirler” olarak bilinmektedir.
Kendi ifadeleriyle; seksen küsür senelik hayatı harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket mahkemelerinde,memleket hapishanelerinde geçen, çekmediği cefa, görmediği eza kalmayan, Harp mahkemelerinde bir câni gibi muamele gören; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollanan, memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edilen, tecritte kalan, defalarca zehirlenen, türlü türlü hakaretlere mâruz kalan Said Nursi sadece baskıcı hükümet yetkililerinden zulüm görmemiş, bunun yanı sıra bir de tarikat şeyhlerinden, hocalardan, âlim görünen insanlardan eziyet çekmiş, zulüm görmüştür.
Siyaseti ve aktif mücadeleyi Eski Said döneminde bırakan, Yeni Said döneminde ise bütün mesaisini Risale-i Nur yazmaya harcayan, hele hele hiçbir Müslüman ile uğraşmayan, bilakis aynı düşüncede olmadığı Müslümanlara dahi iltifat eden Bediüzzaman, sakalı olmadığı için, Cuma namazlarında gitmediği için tenkit edilmiş, genç yaşında “her soruya cevap verilir” meydanı okuduğu için daha fazla tahammül edemeyen hocalar tarafından (1907-İstanbul) suikastla öldürülmek istenmiştir. 
Kendisiyle en çok uğraşanlardan birisi de; Türkiye’nin yakından tanıdığı, Necip Fazıl Kısakürek’in de şeyhi olan Abdulhakim Arvasi (Üçışık)’tır. Bu zât aynı zamanda Türkiye gazetesi ve Tgrt (İhlas Holding) patronlarının şeyhidir. İşte Türkiye gazetesi ve Tgrt’de Bediüzzaman’a yapılan hakaretlerin temelinde de bu mesele vardır.
Abdulhakim Arvasi evvela Bediüzzaman’ın ebced ile ilgili yazdığı Risaleleri (ağır da olsa) eleştirmekle başlamıştır. Bediüzzaman ise kendisine Kastamonu Lahikası eserinde (1936) şöyle cevap vermiştir; (Yazı genele hitap ettiği için Risale metinleri sadeleştirilmiştir)
Asıl şaşırdığım nokta; o itiraz eden zât, (Arvasi) benim ilim zincirimde en mühim üstadım olan Şeyh Fehim’in (k.s.) ve en çok bağlandığım İmam-ı Rabbânî’nin (r.a.) bir talebesi olduğu halde, herkesten çok kusurlarıma, eski hayatıma, taşkınlıklarıma bakmayarak bütün kuvvetiyle bana yardım etmesi gerekirken, ondan gelen bu itiraz, bazı zayıf arkadaşlarımıza ümitsizlik ve ehl-i dalâlete bir koz hükmüne geçtiğini çok üzülerek işittik. O ihtiyar zâttan, bu yanlış anlaşılmayı düzeltmesini, hem duasıyla, hem tesirli nasihatiyle yardımını bekleriz.
Bu mektuptaki iyi niyetli çağrıya mukabele etmeyen Arvasi, Bediüzzaman’a karşı hücumlarını ve tenkitlerini arttırmıştır. Bediüzzaman ise yine Kastamonu Lahikası’nda talebelerine hitaben şu mektubu yazmıştır;
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde sabah namazı tesbihatında İstanbul’daki ihtiyarın (Arvasi) kötü niyetli ve şahsıma karşı çirkin ve ağır gıybeti üzerine, Eski Said damarıyla nefs-i emmarem heyecana geldi. “Mazlumum, bu kadar zulüm çekilmez!” dedi, intikam almak istedi. Sonra birden kalbime geldi:
“Belki Risale-i Nur’un İstanbul’da neşredilmesine bir vesile olur. Sen madem dünya ve ahiret hayatını Risale-i Nur’a feda ediyorsun; nefsinin izzetini ve onurunu da feda et. Hem Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) “mecnun” tabirini kullanan insanlar bulunduğu gibi, senin, o güneşe(Peygamberimize) nispeten küçücük onurunun kırılmasına ehemmiyet verme” diye ihtar edildi, benim de kalbim rahat etti.
Bulunduğu meclislerde Bediüzzaman’a ağır ithamlarda bulunan Arvasi hızını alamamış, hükümetin Nursi’ye yaptığı baskı ve zulümlerde de etkin rol oynamıştır. 
Bediüzzaman Barla’da ikamet ederken, bir kandil gecesi (veya Kadir gecesi) kaldığı evin altındaki mescid jandarmalar tarafından basılıyor ve içerdeki cemaat kaba kuvvetle dışarı çıkartılıyor. Bu husus ise Mektubat adlı eserinde (28. Mektub, 4. Mesele) anlatılıyor;
Talebeleri tarafından sorulan “Bu hadisenin mahiyeti nedir? Neden sana ilişiyorlar?” sorusuna Bediüzzaman, daha önce hiçbir Risale’de kullanmadığı bir üslubla, çok sert bir şekilde cevap veriyor. Zira Bediüzzaman Said Nursi, Risalelerinde “Eski Said lisanıyla, Eski Said kafasıyla cevap vereceğim” diyorsa,anlaşılıyor ki devamında sert konuşacaktır. Yukarıda paylaştığımRisale’de de “Eski Said damarıyla heyecana gelip, intikam almak istedim” sözünden bunu anlıyoruz. 
Bediüzzaman, bu hadise üzerine sorulan soruya verdiği cevapta şu ifadeleri kullanıyor; 
Zulmedenlere en küçük bir meyil dahi göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur.” (11; 113)  ayeti, zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki alçakça meyledenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür. İşte, birehl-i kemâl (Namık Kemal) şu âyetin çok cevherlerinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:
Muîn-i zâlimîn dünyada erbâb-ı denâettir,
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten.
(Dünyada zalimlerin yardımcıları alçaklardır
İnsafsız avcıya hizmet etmekten zevk alan ise köpeklerdir)
Evet, bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor. Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, ajanlık edip, güya cinayet işliyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin meâlindeki tokada müstehaktır.
İşte üslubunu asla bozmayan ve hakaret etmeyen Bediüzzaman, bu baskı ve zulümlere daha fazla dayanamıyor veişin arkasında olanlara köpek diyor. (Hakaret etmeyip sert üslub kullandığı için Cemaat’e tepki gösteren üslubçulara ithaf olunur.)
Aynı mektupta ifade ettiği “vicdansız bir muallimin teşvikiyle ve iştirakiyle gerçekleşen bu hadisenin arkasından Abdülhakim Arvasi çıkıyor. İşte bunu da “gayr-i münteşirler” adı verilen yayınlanmayan Risaleler’den anlıyoruz.
Emirdağ döneminde talebelerine yazdığı mektupta Bediüzzaman şunları ifade ediyor;
28. Mektubun 4. Mes’elesinin neşredilmeyen 3. Noktasıdır:
Hayret edilecek, hem acınacak, hem çok üzüntü verecek bir mesele: Bir zât (Arvasi) ilim ehli iken bize karşı yardımı ve bize hücum edenlere karşı müdafaası dini bir vazifesi iken; aç gözlülüğü ve kuruntusu yüzünden ve korkaklığı sebebiyle, sonra evlada (o zamanlar müftü olan Ahmet Mekki Üçışık) şefkati (fakat uğursuz bir şefkat) cihetiyle bana karşı zındıkların hücumunu kolaylaştırdı. Belki bilmeyereknüfuzumu kırmak arzusuyla Sözler namındaki nurlu kitapların kıymetini düşürtmek ve muhtaçları o Nurlardan soğutmak hizmetinde bilerek veya bilmeyerek âlet oldu. Ve zındıkların propagandasını yapan ve bu defaki gibi tecavüzü hazırlayan oğluna o uğursuz şefkat ile yardım ediyor. Çok defa müracaatla beraber imamlık vesikamı tasdik etmedi. Geçen sene bana hususî camiimde namazımı tatil ettiren(mescidi bastıran) yine bunlar imiş ve bunun kuruntususebebiyet vermiştir.
Altı senedir sabrettim, sana bir şey demedim. Artık yeter! Bir iki kelime senin menfaatin için söyleyeceğim.
Efendi! Eğer sen kuruntu yüzünden korkup böyle yapıyorsan, o korku pek ehemmiyetsizdir. Asıl şimdi kork ki, gayet dehşetli bir hataya düştün. Müthiş bir korkuyla karşı karşıyasın. Eğer makam sevdası yüzünden böyle yapıyorsan, inananlar nazarında bundan sonra bu vakaları işitenler sana karşı ne düşünecekler düşün, aklını başına al! O aç gözlülük, kuruntu ve şefkat yüzünden ne kadar ziyan ettiğini anla. Tevbenin kapısı açıktır. Zararın neresinden dönülse kârdır.
Kendisine hiçbir şey yapmadığı ve söylemediği hâlde rejime arka çıkıp Bediüzzaman’a bu eziyetleri yaptıran Abdulhakim Arvasi, yazılan mektuplardaki uyarıları dikkate almaz, Bediüzzaman’ı ve talebelerini kafirlikle itham etme yoluna kadar gider. Ve artık dayanacak hâli kalmayan Bediüzzaman (şartlı) beddua eder ve talebelerinden de talepte bulunur; 
50/332 12/302 147/927 436/297
(Ahmed Nazif ve arkadaşlarına yazılan bir mektubun suretidir. Belki size de faydası var diye gönderildi.)
Aziz, sarsılmaz, sıddık, kahraman kardeşlerim!
Bugün tesbihatta hatırıma geldi; Risale-i Nur talebelerinin yeni bir müdafaa silahı mânâsında kalbime geldi ki: Abdülhakîm gibi mantıksız ve mânâsız tecavüzlere karşı kullanılabilecek tesirli bir silâh, o da şudur: Bütün Risale-i Nur talebeleri müşterek bir noktaya dua etmeleridir. Madem biz mazlumuz, madem karşımızda zındıklar ve dalâlet var. Bize ilişen zındıkaya yardım eder. Eğer o adam yazdığımız mektupla hakikate karşı uyanır, pişman olur ve tamire çalışırsa onu Risale-i Nur talebeleri haklarını helâl ederler. Yoksa Kur’ân’ın hizmetinde bizi istihdam eden Zât-ı Zülcelal’in adaletine havale ederek, “Yâ Rabbi, haksız bize zulmeden, vazifemize zarar veren adamları ya ıslah eyle, ya intikamımızı al” diye bütün talebeler bu duada ittifak edecekler. Tecavüz edenlerin kuvveti varsa dayansınlar. Risale-i Nur’un has talebeleri her biri yüzer ruhu olsa imanına feda ettiği halde böyle bir zamanda onlardan birisini kıskanıp zındıklara hoş görünmek fikriyle tekfir etmek(kafirlikle itham etmek) ne derece bir cinayet olduğunu veya Beşinci Şua’nın tokadına uğrayan vekillerin teşvikiyle zındeka hesabına Risale-i Nur’un hâlis, muhlis talebelerini yalanlayıp veya dalâlete itmek, kabirdeki cenazeleri de ağlatacak bir cinayet ve İslâmiyete bir ihanettir. Bu ihanet ve cinayete karşı silâhımız bedduadır. Eğer o adam ısrar eder, pişman olmazsa; kat’iyen anlaşılıyor ki, arkasında dehşetli zındıklar onun bunamasından ve zayıf damarından veya korkaklığından istifade edip kullanıyorlar. O bedduaya müstehak olurlar. Bu mektubu İstanbul’a gönderme. Yalnız bir vasıta ile ısrarından sonra bu gelecek fıkrayı ona gönderirsiniz.
28. Mektub, 4. Meselede mescidin jandarmalar tarafından basılması hadisesinde, şu husus da soruluyor;
Sual: En inatçı dinsizleri bile ıslah etmeye çalışıyorsun ve yapıyorsun da! Peki neden sana tecavüz eden bu adamları çağırıp onlara da anlatmıyorsun?
Elcevap: “Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez.” Alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, zararlı şişe parçalarıyla değiştirir gibi, münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara gerçekleri söylemek, hakikate karşı bir hürmetsizliktir.
“Öküzün boynuna inci takmak” atasözündeki gibi olur. Çünkü bu işleri yapanlar, kaç defa gerçeği işittiler, biliyorlar. Ve bilerek, hakikatleri zındıka dalâletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.
Kendisini tanımayarak, anlamayarak, kendisi gibi inanmadığından korkan ve üstüne gelen devlet yetkililerine anlatabilecekleri varken, kendisini tanıdığı, kendisiyle aynı kıbleye yöneldiği, kendisiyle aynı düşünceleri ve inançları paylaştığı insanlara bir şeyler anlatmanın ne kadar boş olduğunu anlatıyor Bediüzzaman. Tıpkı bugün Cemaat’i çok iyi tanıdığı ve bildiği halde, onu bitirmek için and içmiş idarecilere bir şey anlatmanın boş olduğu gibi…
İşte şahıslar değişse de vasıflar değişmiyor ve 1900’lü yıllarda yaşananlar 2000’lerde de yaşanıyor.
Devlet, paralel bir yapılanma kurarak darbe yapmak şüphesiyle Bediüzzaman’a hayatı zindan ediyor. Diyanet vasıtasıyla imamlık sertifikasını tasdik ettirmiyor. Tıpkı bugün olduğu gibi diğer tarikat ve cemaatleri düşman gördüğüne karşı rahatlıkla kullanıyor. Hakaretler edip, iftiralar atıyor.
İnsan, zulme maruz kaldığında zalimlere (dini ne olursa olsun) beddua edebiliyor, üslubunu sertleştirebiliyor.
Çünkü; “Biz günleri, insanlar arasında döndürür dururuz...” (3; 140)

8 Mart 2014 Cumartesi

Târihî Tekerrürler Devr-i Dâimi

…İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz…” (Âl-i İmran; 140)

Batılı bilim adamları zamanı düz bir çizgi olarak tarif etmişlerdir. Buna karşılık şarkiyatçılar ise bu ayete dayanarak zamanı; dairesel bir çark olarak ele almışlardır.

Zaman bir dönme dolaba benzer. Dönme dolaba binen birisi yukarıya geldiğinde, yeni binen bir başkası aşağıda kalmaktadır. Dolap sürekli döndüğünde birisi aşağıda, birisi yukarıda olmak suretiyle deverân eder.

Tarih misliyle tekerrür eder. Dünkü gün bugünkü gün değildir ama mahiyet olarak aynıdır. Geçen sene açan aynı ağaçtaki çiçekler ve yapraklar bu senekiler değildir, gelecek senekiler değildir fakat aynı mahiyet üzere farklı kimliklerle gelip geçerler. Tarih de aynen böyle yaşanır...

Müslümanlar’ın birbiriyle imtihan olmasının temelinde yatan tekfir, tenkit ve haset hastalığı bugün iyice ayyuka çıkmıştır.

Hz. Âdem’in çocukları Habil ve Kabil’i birbirine düşüren ana faktör hasettir.

Hz. Yusuf’un kardeşleri, babaları Hz. Yakub’un Yusuf’a olan muhabbetini kıskanıp Hz. Yusuf’u kuyuya atmışlardır. Kuyudan çıkan o çocuk, önce Mısır’da Maliye’den sorumlu bakan olmuştur. Mısır Melik’i kendisine bir makam teklif ettiğinde;

Yûsuf, "Beni ülkenin hazinelerinden sorumlu bakan yap. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim dedi." (Yusuf; 55)

Hz. Yusuf neden maliyeden sorumlu olmayı istedi? Çünkü bir ülkenin terakki etmesi, evvela ekonomik olarak terakkiyata bağlıdır. Belki de o günlerde  Mısır’da bir yolsuzluk vardı ve ülkenin geleceği bu yolla karartılacak ve terakkiyata mâni olacaktı ki Hz. Yusuf bu makama tâlib oldu. Bu makamla Mısır’ın liderliğine yükselen Hz. Yusuf kardeşlerini ve ailesini yanına almış ve kardeşleri onu tanıyınca, geçmişte yaptıklarından tevbe ve istiğfar ederek kendisinden helallik istemişlerdir.

İnsanlığın ilk fitnesi Kâbil’in Hâbil’i öldürmesiyle başlamıştır. İslam dünyasının da ilk fitnesi, İranlı bir kölenin Hz. Ömer’i şehit etmesiyle olmuştur. Tarihin tekerrürleri içerisinde bugünkü hadiselerin ortaya çıkışının da ana sebebi olarak hased ve İran’dan getirilen mut’a nikahına açık bayanlar ve iyi yetiştirilmiş ajan bürokratlar ile vahdeti bozucu, Hizmet edenlerin sırtından vurucu fitne meydana gelmiştir.

Efendimiz’den (s.a.s) sonra Sahabe arasındaki siyasi içtihatlar, onları birbirine düşürmüştür. Hz. Ali’nin hain ve kafir ilan edilmesi…

Halkın Hz. Hüseyin’e olan muhabbeti Emevi hükümetini ve Mekke valisini endişeye düşürdü. Etraftakilerin yönlendirmesi, su-i zanlarını ve vehmlerini delil zannetmeleri onları zulme düşürdü. Hz. Hüseyin’in siyasetle, makamla, parayla işi olmayacağını bildikleri halde paralel bir yapı kurmalarından endişe ederek onu öldürdüler. Bir makam sahibi, kendinden başkalarının yükselmesi ve sivrilmesinden rahatsız olur.

Üstad Bediüzzaman hazretleri Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinin altındaki hikmetleri tespit ederken önemli iki esasa dikkat çekmiştir;

Üçüncü Sualiniz: "O mübarek zatların başına gelen o feci, gaddârâne muamelenin hikmeti nedir?" diyorsunuz.
Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin'in muarızlarını merhametsiz gadre götürecek esaslar;

- Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, "Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas feda edilir."

Bugün de bir Mecelle kanunu olan “Zarar-ı âmmı def için zarar-ı hass ihtiyar olunur” kuralını, bir bölgenin, bir cemaatin ve bir şahsın feda edileceğine getirerek, sonunda da “Muhsin Yazıcıoğlu örneğinde olduğu gibi” diyerek katline ferman mânâsının çıkabileceği fetvalar veren hocalar var maalesef….

- Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddârâne bir düsturu olan, "Milletin selâmeti için herşey feda edilir." (On Beşinci Mektub)

Ekber Şah 1014 (1605) senesinde ölünce oğlu Cihangîr tahta geçti. İmam-ı Rabbâni bu duruma çok sevindi. Çünkü Cihangîr'in, babasının aksine İslâmiyet'e bağlı olduğunu düşünüyordu. Yazdığı bir mektupta ondan "İslam padişahı" diye bahsetmişti. Ancak Cihangîr de ilk zamanlardaki istikametini ve çizgisini koruyamadı. Zamanla, Müslümanlara yönelik haksızlıklar yapmaya başladı. Etrafını dolduran Şiî uleması, yönlendirmeleriyle Cihangîr'e çok hatalı icraatlar yaptırdı.

Cihangîr 1028 (1619) senesinde İmam-ı Rabbâni'yi başkent Agra'ya çağırdı. On yıl önce hocasına yazmış olduğu bir mektupta geçen bir kısım tasavvufi ifadeleri bahane ederek İmam-ı Rabbâni'yi sorguya çekti. Sorgunun ardından da yine aynı bahaneyle Govâliyâr kalesine hapsetti. Padişah Cihangîr, daha sonra kendisinin kaleme aldığı "Tûzuk-i Cihangîrî" adlı eserinde İmam-ı Rabbâni'yi ülkenin hemen her şehrine temsilci gönderip teşkilatlandığı ve tarikatini yaydığı için hapsettiğini anlatacaktı.

İmam-ı Rabbâni'nin en büyük müridlerinden Muhammed Emin Bedahşî, "Menâkıbu'l-hazarât" isimli eserinde hapsin gerçek sebebi ile ilgili önemli bilgiler vermektedir. Ona göre bu hapis olayının temelinde İmam-ı Rabbâni'nin Cihangîr'e saygı secdesi yapmaması (biat etmemesi) vardı. Ayrıca, İmam-ı Rabbâni'nin orduda ve devlet bürokrasisinde çokça müridi ve taraftarı bulunuyordu. Ülkenin hemen her köşesine yayılan bir yapıyla irşad faaliyetlerini sürdürüyordu. Bütün bunlar, İmam-ı Rabbâni'yi Cihangîr'in gözünde önemli bir tehdit ve iktidar alternatifi haline getirmişti. Cihangîr'in etrafını saran Şiî grup onu sürekli İmam-ı Rabbâni'ye karşı dolduruyor ve istediği zaman kendisini devirebilecek güçte olduğu fitnesini yayıyorlardı. Bu fitnenin tesirinde kalan Cihangîr, on yıl önce yazılmış bir mektubu bahane ederek "ikinci bin yılın müceddidini" hapsetti.

Ancak İmam-ı Rabbâni'nin dışarıdaki müridleri huzursuzdu. Kendisine, isterlerse her an Padişaha zarar verebileceklerini söylediler. Fitnenin hiçbir çeşidine geçit vermeyen büyük İmam, "Padişaha kötülük etmek, ülkeye kötülük etmektir" diyerek müridlerinin bu ısrarlı taleplerini reddetti. Cihangîr, İmam-ı Rabbâni'yi daha fazla hapiste tutmayı göze alamadı ve kendi gözetiminde kalması şartıyla serbest bıraktı. Sarayına yakın bir ordugâhta yaşamasını ve dışarıyla fazla temas kurmamasını istedi. Gittiği bazı gezilere İmamı da götürdü. Böylece hem halkın sempatisini kazanmış hem de İmam-ı Rabbâni'yi kontrol altında tutmuş oluyordu.
Bu zahiri yakınlık bile çevresindeki fitnecileri rahatsız etmiş olacak ki, Cihangîr, 1033 (1624) senesinde İmam-ı Rabbâni'nin köyüne dönmesini ve münzevi bir hayat yaşamasını istedi. Cuma namazları dışında evinden çıkmayan İmam-ı Rabbâni hazretleri bu sıkıntıya en fazla bir yıl dayanabildi. 28 Safer 1034 (10 Aralık 1624) tarihinde 60 yaşında iken ruhunun ufkuna yürüdü. Geride, başta "Mektûbât" olmak üzere onlarca eser ve hala gönüllerde yaşayan fikirler, nasihatler bıraktı. Rabbim, himmetine, şefaatine mazhar eylesin...” (Süleyman Sargın – 30 Mart 2012)

Osmanlı’nın rahat ve rehavete düştüğü Lale Devri’nde (Osmanlı’da Derin Devlet dizisi bunu işledi) saraya sızan Pers ajanları ve mut’a nikahı için gelen kadınlar koca devletin içini oyup kemirdiler ve o koca çınarın devrilmesi üç asır sürdü.

Bediüzzaman da özellikle Eski Said döneminde bugün yaşananları aynıyla yaşamıştır. Kafasındaki Medreset’üz-Zehrâ projesini Sultan Abdulhamid’e (r.a) anlatma derdiyle velîlerin, ders-i âmmların, şeyhlerin, âlimlerin şehri İstanbul’a 30’lu yaşlarında şark kıyafetiyle, şöhreti kendinden önce gelen bir genç olarak İstanbul’a ayak basmıştır. Yıldız sarayında Abdulhamid’in etrafını saran Mabeyn bu görüşmeye engel olmak için her türlü çabayı göstermişlerdir. Mabeyn’den randevu isteyen Üstad’a “sen git biz haber veririz” denmiş ve Üstad Şekerci Hanı’na yerleşerek odasının kapısına “Her suale cevap verilir, sual sorulmaz” tabelası astırmıştır.

Bu durum baya dikkat çekmiş ve şehrin dört bir yanından Üstad’a soru sormak için gelmişlerdir. Bazı şeyhler ve âlimler de kendilerinin gitmesi nefslerine ağır geleceğinden en zor soruları aracılar vasıtasıyla sormuş ve cevaplarını almışlardır. Bu durumu hazmedemeyen, hasedinden çatlayan bir şeyh, Üstad’ı öldürmek için adam tutmuştur. Üstad camiden çıkıp kaldığı hana giderken, önüne çıkan eli silahlı iki adam tam Üstad’a ateş edecekken bir keramet ile elleri bağlanmış ve ateş edememişler. Bu durumu gören Üstad yanlarına gidip “Kardeşim ben size hakkımı helal ediyorum, beni size yanlış anlatmışlar” demiş ve yoluna devam etmiştir. (Son Şahitler’de Zübeyir Gündüzalp anlatır)

Bugün de aynı şekilde hasedinden çatlayan bazıları Hocaefendi’yi öldürmek için İranlı bir büyücü ile anlaşmıştır. İstanbul’da yerleşik olan bu adam Hocaefendi’yi öldürmek için cinlerini musallat ederek değişik büyüler yapmaya çalışıyor. Geçtiğimiz aylarda Hocaefendi bir Bamteli sohbetinde işareten bu olayı anlatmıştır. Heyhat ki bu yapılanlar, gününün büyük bir kısmını evrâd-u ezkâra ve duaya ayıran Hocaefendi’nin manevi atmosferini delip geçemeyecektir Allah’ın izniyle…

Abdulhamid’in yakınındaki Mabeyn-i Hümayun'a nezaret eden Zaptiye Nazırı (Emniyet Genel Müdürü) Şefik Paşa ve sarayda görevli üst düzey bürokratlarla, alışık olmadıkları bir üslupla konuşması Üstad’ın hüsn-ü kabul görmemesine sebep olmuştur. Üstad’ın Saray'a sunduğu eğitimin ıslâhıyla ilgili arzuhalleri başını derde sokmuştur. Asıl problemler buradan çıkmaktadır.

Bugün de aynı şekilde Şark’taki (Güneydoğu) sıkıntıların ıslahı için Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın hükümete sunduğu raporda aynı ifadeler geçmektedir. Güneydoğu’daki sorunun ancak tabana inerek ve eğitimle hallolacağını anlatmalarına rağmen, hükümet “siz karışmayın” demiştir.

Asırlardan beri Osmanlı'yı yıkmak isteyenler, “Mabeyni” kontol altında, “Mabeyn” yoluyla Sultan Abdülhamid'i kontrolleri altında tutarken, onların oyunlarını bozacak bir projeye yol vermeleri mümkün değildi.
Abdulhamid’i Üstad’a karşı dolduruşa getirip mecnun diye anlatanlar, Üstad’ı derdest edip tımarhaneye attırmışlardır.

Bugün de aynı şekilde Hükümet’i Camia’ya karşı dolduruşa getirip “paralel devlet, derin devlet, alternatif devlet” diye anlatanlar  “üç polis bir savcı ile derdest edip örgüt davasıyla mahkum etmek isteyenler, “Silivri’nin yanında 5000 kişilik mahkeme yaptırılıyor, bunlar için yetmeyecek bile. Gülen ABD’den dönsün, İmralı’da yeri hazır” diyerek televizyon kanallarında, sosyal medyada insafa gelmez tehditler savuranlar da aynı şeyi yapmak istiyorlar.

Üstad ile uğraşan sadece ricâl-ı devlet değildi. Halkın ona teveccühünden rahatsız olup hasedinden çatlayan ve onu ilmen ve siyaseten alt etmek isteyen âlimler de vardı. “Bunlar okunmaz deyip” Risaleleri fırlatan şeyhler, “Bu adamın sakalı bile yok, sözü dinlenmez. Cuma’ya bile gitmiyor, söylediğine itibar edilmez” diyen hocalar, “Cumhuriyet’e ve Kanun-u Esasi’ye destek veriyor” diye tekfir edip reddiyeler yazan âlimler vardı.

Üstad bunların hepsine cevap vermiştir.

Soru: İnkılâptan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede mûteriz olduğun halde, hükûmete hücum edenlere dahi îtiraz ederdin. Hatta selâtin-i Osmâniyeyi ifratla senâ ederdin; hatta derdin: ‘Muhtemeldir, Abdülhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir” derdin. Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem îtiraz, hem hücum ederdin; hem de bazılara karşı müdâfaa ederdin?

Cevap: İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad eden bir zâta rast geldim. Siyasetteki muktesit (orta yol) mesleği bana gösterdi. Hem, ta o vakitte, Namık Kemâl’in “Rüyâ” makalesiyle uyandım. Lâkin, maatteessüf, sû-i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etraki tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan kanun-u esâsîyi ve Hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi (Her kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse... Maide-44) ilâ âhir hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki:  (Hükmetmezse)den kasıt bilmânâ  (Tasdik etmezse)dir. 

Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esâsîye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin onlar, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehl-i hürriyeti tadlil eden şu kısımdandır. 
İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm; dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa'ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni İnkılaptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilalin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zail oldu. Tâ o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız (Ahrar fırkası) mutekid müslümanlardır. 
Elhasıl: Hükümete hücum edenler, bazıları "Haydo, Haydo" derlerdi, bazıları "Haydar Ağa, Haydar Ağa" derlerdi; ben "Haydar" derdim, şimdi de "Haydar" diyorum vesselam...”(Münazarat)

İşte bugün de aynı şekilde itiraz eden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrit grupları vardır. Birinci ehl-i ifrat grubu; Hocaefendi’yi ve Camia’yı tekfir edip, kafir görüp halka da böyle anlatıyorlar.
İkinci kısım olan ehl-i tefrit de taassublarını delil gösteriyorlar ve vaziyeti muhafaza etmek için “paralel yapı, derin devlet” diyerek halka vesvese veriyorlar.

Hadiselerin yakın tarihteki cereyanlarından bir tanesi de Üstad Necip Fazıl Kısakürek devrinde yaşanmıştır. Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Turgut Özal ile münasebetleri olan Necip Fazıl, her siyasi lidere nasihat makamında mektuplar yazmıştır.

Necip Fazıl’ın genel düsturları şunlardır;

Manzaranın ifade ettiği bu şartlar karşısında sırf dış politika alemine göstermelik diye çıkarılan Partiler reçetesinden hiçbir şey ümit etmemek lazımdır. Dış âlem gayet tabii olarak bu reçeteyi yutmayacak ve Türkiye'ye beslediği nefret hissini olup-bitenlere inanmış gibi görünerek devam ettirecektir. Askerî idare ise, "Ben parti-marti diye birşey takmam! Memleketi kuvvet kumandanları idare edecektir!" diyebilecek kadar cesaret ve samimiyet göstermeksizin saçma sapan olsa da rolünü sürdürmekten geri kalmayacaktır.

Bu yüzdendir ki, vatanı kurtarma dâvasında her fedakarlığa hazır ve bir kök telakkiye malik bir Partiye düşen borç, kimya tabiriyle "renksiz, kokusuz, tadsız" bir dış yüz peçesi altında, her tarafa güler yüz göstererek gayesini kalbinde muhafaza etmek, fincancı katırlarını ürkütmemek ve fırsat doğduğu, günü geldiği zaman nihaî atılışa girmektir.

Şurası muhakkaktır ki, bugünkü idare, tanzimattan beri gelen sahte inkılaplara zıt köklü ve dünya ötesi bir telakkiye sahip bir Parti'ye asla tahammül edemez ve o partiyi laboratuvarda muayene etmeksizin imha eder. İhya etmek için ne kadar ilim lazımsa imha için de o kadar cehalet kafidir.

İşte bütün bunları bilmek yeniden doğacak partinin strateji ve tabiyesini tayin etmekte biricik kıstas mevkiindedir.

Mukaddes gayeye erişmek için "El-harbü Hüd'atün" - Harp hiledir" kaidesince her yola başvurmak mübah ve hatta emir olduğuna göre, dış politikada partiyi desteklendirmek için Amerikan nufuzunu kullanmak ve bu mağrur, aynı zamanda ahmak filin ağırlığından faydalanmak gerekir. Arap ve İslâm âlemiyle temasta Amerikalıları ve Sovyetleri gocundurmayacak bir edaya bürünmek başlıca hedeftir.

Böyleyken, değil Türkeş ve C.M.K.P. (Cumhuriyetçi Milli Köylü Partisi) Roma'daki Vatikan'dan, Moskova'daki Kremlin'e kadar bütün ideolocya merkezleriyle derhal anlaşmaya ve el ele vermeye hazır olduğumuzu bildirir ve bunun tek şartı olarak şu ana ölçünün kabulünü ileri süreriz:

"Bütün emirleriyle Allah ve Resûlü... Gerisi topyekûn bâtıl!

İşte Necip Fazıl’ın bu öğütleri özellikle Erbakan ve MSP nezdinde hiçbir itibar görmemesinin yanında tahkir hatta tekfirle karşılanmıştır.

Bu yaşananlardan sonra Necip Fazıl, Erbakan’a bir mektup yazmıştır;

Necmeddin Bey;

İslâm'da hak ihtar 3 ise size aziz gaye uğrunda en aşağı 300 kere baş vurmuş olan fikir babanız mevkiindeki bu adama, en son, Adalet Bakanı Müftüoğlu'nun evindeki nihaî toplantıdan sonra takındığınız daimî ve cibillî "boş verme" tavrından, artık bu dâvayı kurtarmak değil, harcama yolunda olduğunuza inanıyor; ve dâvanın gerçek kurtuluşunu, onu yanlış ve kötü temsil edenlerden kurtulmakta buluyorum.

Umumî efkâr karşısına çıkmadan bu kısa mektubumu, veda mahiyetinde size göndermeyi fikir namusu gereği bilir ve herşeyi Hakkın takdirine havale ederim.

Hocaefendi İzmir’e ilk geldiği yıllarda, Cumhuriyet Gazetesinin İzmir muhabiri Hikmet Çetinkaya idi. Daha Hocaefendi’nin Türkiye’de duyulmadığı yıllardan beri Hocaefendi’yi takip eden, yıllarca Hocaefendi ve Camia aleyhine yazılar ve kitaplar yazan, inanç itibariyle bizlerden çok uzak olan Hikmet Çetinkaya bakın 18 Ocak 2014 tarihli yazısında ne diyor;

Fethullah Gülen’le ilgili yazılanlara bakıyorum... Ben bunların hepsini yazdım ama hakaret etmedim... Vallahi şimdi yazılanlar karşısında ağzım açık kalıyor.

İnanç itibariyle bizlerden çok uzak olan bu insan bile bu kadar insafa gelirken, inanç itibariyle bizlere yakın, beş vakit namaz kılan, alnı secdeye giden insanların Hocaefendi’ye “içi boş âlim müsveddesi, sahte peygamber, o eli kıracağız” demesi akılla, mantıkla, insafla te’lif edilebilir mi?

Çocuklarımızı gönderdiğimiz öğrenci evleri in midir?

Çocuklarımızı teslim ettiğiniz öğretmenler Haşhaşi midir?

İnsanlar çocuklarını bu okullara bu dershanelere vatana millet faydalı olsun diye gönderirken, bizim çocuklarımıza İsrail uşağı denmesi hiç vicdanları sızlatmıyor mu?

Bizim düsturlarımızdan birisi de şudur; “dövene elsiz, sövene dilsiz, gönlümüzü kıranlara karşı gönülsüz olmalıyız.

Peki söyler misiniz; “dövene elsiz” dedik dövmeleri mi gerekiyor? “Sövene dilsiz” dedik diye ağza alınmayacak hakaretler, tehditlerin mi olması gerekiyor? “Derviş gönülsüz gerek” dedik diye gönüllerimizin mi kırılması gerekiyor?

Hz. İsa’nın Havarileri Antakya’da insanları Allah’a imana davet edince, o insanları linç ettiler. Tam o sırada Habîb-i Neccar çıktı o insanları savundu;

Sizden bir ücret istemeyen, sizden hiç bir menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun!” (Yasin; 21)

Üstad Bediüzzaman bu durumu ifade ederken şöyle der;

Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dâvâ etmek, bir nevi haksızlıktır. Bu nevi haksızlığı irtikâp etmek istemem. Kur'ân-ı Hakîmin hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor. Hem neden korkum olacak? Dünya ile ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluk çocuğumu düşüneceğim yok. Malımı düşüneceğim yok. Hanedanımın şerefini düşüneceğim yok. Riyâkâr bir şöhret-i kâzibeden ibaret olan şan ve şeref-i dünyeviyenin muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet! Kaldı ecelim. O, Hâlık-ı Zülcelâlin elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona ilişsin?” (On Üçüncü Mektub)

Şimdi sizlere soruyorum; günde en az 25 ilaç kullanan, değişik hastalıklarla boğuşan, kendi yazdığı kitaplardan elde ettiği geliri bugün kaldığı odanın kirasında ve gelen misafirlerin karşılanmasında harcayan ve geri kalan parayı infak eden, günde 2-3 saat uyuyan, alem-i İslam’ın derdiyle beli bükülen, dertten ağlayan bir insana bu hakaretler nasıl denebilir Allah aşkına? Hocaefendi’nin çoluk çocuğu yok ki düşünsün, kaybedecek malı mülkü yok ki düşünsün, hanedanı, ailesi yok ki düşünsün. Bir şöhreti var, ona da herkes şahittir ki bir çocuk gibi utanacak kadar mütevazi bir insandır. Hocaefendi’nin bu dünya ile olan tek münasebeti, tıpkı Üstad Bediüzzaman gibi ecelidir. Bu yüzden Hocaefendi korkmaz! Asıl korkması gerekenler çoluk çocuğu suça bulaşmış, malı mülkü yığıp kenz yapanlar, arazileri parselleyenler, hanedanı olanlardır.

Üstad Bediüzzaman kendi devrinde aynı şekilde kendisine saldıranlara şunları söylemiştir;

Dünyada hükümet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usulle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz?” (Yirmi Dokuzuncu Mektub)

Yazıyı Üstad Bediüzzaman’ın şu tespitleriyle bitirmek istiyorum;

Aziz, sıddık, vefadar ve şefkatli kardeşlerim, 

İki gündür hem başımda, hem âsâbımda tesirli bir nezle ağrısı var. Böyle hallerde bir derece dostlarla görüşmekten teselli ve ünsiyet almaya ihtiyacım içinde acîp tecrit ve yalnızlık vahşeti beni sıktı. Böyle bir nevi şekvâ kalbe geldi: "Neden bu tazip oluyor? Hizmetimize faydası nedir?" 

Birden, bu sabah kalbe ihtar edildi ki: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa altın mı, bakır mı diye mihenge vurmak ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve "Nefislerinizin hisseleri ve desiseleri var mı, yok mu?" üç dört eleklerle elenmek; hâlisâne, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pek çok lüzumu vardı ki, kader-i İlâhî ve inâyet-i Rabbâniye müsaade ediyor. Çünkü, böyle meydan-ı imtihanda inatçı ve bahaneci insafsız muarızların karşısında teşhir edilmesinden herkes anladı ki, hiçbir hile, hiçbir enâniyet, hiçbir garaz, hiçbir dünyevî, uhrevî ve şahsî menfaat karışmayarak, tam hâlis, hak ve hakikatten geliyor. Eğer perde altında kalsaydı çok mânâlar verilebilirdi. Daha avâm-ı ehl-i İmân itimad etmezdi. "Belki bizi kandırırlar" der ve havas kısmı dahi vesvese ederdi. Belki bazı ehl-i makamat gibi kendilerini satmak, itimat kazanmak için böyle yapıyorlar diye daha tam kanaat etmezlerdi. Şimdi imtihandan sonra, en muannid vesveseli dahi teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz bir, kârınız bindir inşaallah.

Said Nursî” (On Dördüncü Şua)

7 Ağustos 2013 Çarşamba

X iyi de çevresi kötü

Merhum ve mağfur Osman Yüksel Serdengeçti "Gülünç Hakîkâtler" kitabında, Atatürk'ün yakın korumasından dinlediği bir hatırayı (aynı hatırayı merhum Ahmet Kabaklı da "Temellerin Duruşması" kitabında paylaşmıştır) nakleder;

"Bir gün Atatürk, yakın "çevresi"yle yine o meşhur âlemlerinden birini yaşıyor, yaşatıyor. Salona büyük bir masa kurulmuş. Ata hem içiyor, hem konuşuyor. Bir aralık duruyor ve etrafındakilere;

- "Söyleyin bakalım, bu millet ben öldükten sonra hakkımda ne diyecek?" diye soruyor.

Hâzirûn sıra ile sorguya çekiliyor. Kimi müncî (kurtarıcı, Mehdi), kimi dâhî, kimi ilah, kimi peygamber, kimi bu milleti ve vatanı yoktan var eden insan diyor.

Atatürk gülüyor ve;

- Hayır hiçbiriniz bilemediniz. Bakın ne diyecekler ben size söyleyeyim; "Aslında Atatürk iyi bir insandı ama "çevresi"ni öyle pu.t, öyle peze..nk öyle dalkavuk adamlar sardı ki, memlekete daha çok hizmetler yapmasına mâni oldular." (Acaba masada jöleli birisi var mıydı?)

Atatürk'ün bu sözünden sonra masadakiler bir anda ayağa fırlayıp, kahkahalarla "Bravo Paşam çok doğru söylediniz." diye alkış patlatmışlar. Atatürk de zevke gelip öyle bir gülmüş ki, kadehini yere fırlatmış."

Bu klasik ve kalıplaşmış söz, son zamanlarda daha fazla sarf edilmeye başlandı. En çok da; "Başbakan iyi de çevresi kötü" ile "Fethullah Gülen iyi de çevresi kötü" kapışıyor.

Farz edelim ki Fethullah Gülen'in çevresi kötü; istediği emniyet ve yargı mensubunu istediği gibi kızağa çeken, istediği zaman görevden alan, istediği kişilerin kurtulabilmesi ve zarar görmemesi için bir gecede kanun değiştirip kanun çıkartan, istediği köşe yazarı ve gazetecinin işine son verilmesi için talimat yağdıran, istediği zaman istediği kadar insanı sokaklara dökebilecek bir güçle muhataplarını tehdit eden, %50'sini evinde zor tuttuğunu ifade eden, arkasında onlarca gazete ve televizyon gücü olan bir iradenin karşısında bu kötü çevre ne yapabilir ki? Neden bu kadar korkuyorsunuz bu çevreden anlamış değilim...

Peki aynı soruyu şimdi biz soralım;

Ya Başbakan'ın çevresi kötüyse?

28 Temmuz 2013 Pazar

Tencere-tava ve Komşuluk

Menkıbe kitaplarında İmâm-ı Âzam'a atfedilen şöyle bir hikaye anlatılır; İmâm-ı Âzam'ın yaşadığı mahallede her gün içip, bağırarak insanları rahatsız eden bir genç varmış. İmam bu genci her duyduğunda sabreder ve ona dua edermiş. Aradan bir kaç gün geçiyor ve gencin sesi duyulmuyor. Genci merak eden İmam, eşine soruyor ve "İnsanları rahatsız ettiği için zindana atıldı cezasını çekiyor" cevabını alıyor. İmam bu durum karşısında rahat edemiyor ve evinden çıkıp zindana gidiyor. İdarecilerle görüşerek gencin keffaret bedeli olan ücreti veriyor ve genci zindandan kurtarıyor. Genç yolda dayanamayıp soruyor; "Ben sürekli içip sizleri rahatsız ediyordum, bunu da hakettim. Neden beni kurtardın?" İmâm-ı Âzam'ın cevabı bir ders ve bir ölçü niteliğindedir; "Efendimiz (s.a.s) komşuluk haklarını öyle bir anlatmış ki, vallâhi seni buradan kurtarmasaydım cehenneme gideceğimden endişe duyardım. Bana hakkını helâl et!" Genç bu durumdan öyle etkileniyor ki, bir daha İmam'ın yanından ayrılmıyor. Ve insanları rahatsız o genç bir süre sonra edeb ve hayâ timsali bir insan oluyor.

Gezi olaylarıyla birlikte bazı komşularımız her akşam tencere-tava çalarak hükümeti protesto, diğer komşularını da rahatsız ettiler. Neyse ki geçti gitti...

Geçen gün Başbakan bir iftar programında yaptığı konuşmada "Tencere-tavacıları yargıya şikayet edin" diyordu. Bu söylem toplumu ayrıştırıp bölmekten başka neye yarar? Ben her gün yüz yüze baktığım insanları yargıya şikayet edip ceza aldırsam ne olacak? Ben ne kazanacağım onlar ne kaybedecek? "Onlar bilmiyorlar" diyen Peygamber feraseti nerede, toplumu ayrıştıran bir lider nerede? 

Geçenlerde bir ağabeyim anlattı; tencere-tava çalarak günlerce bizi rahatsız eden komşusu, çocuğunu hizmetin okuluna kaydettirmiş. Belki daha niceleri bu yanlışın farkına varıp da pişman olacak... Öyle ya kalpler Allah'ın elinde. Yeter ki biz usül ve üsluba dikkat edelim...

13 Temmuz 2013 Cumartesi

İslamcılık

Son zamanların en hararetli tartışmalarından bir tanesi de "İslamcılık" oldu.

Herkesin kendince bir "İslamcı" tarifi var.

Son zamanlarda yapılan "İslamcılık" tartışmasının bir yere varamamasının asıl sebebi de kavramın adının tam konulamamasıdır. "İslamcılık = Müslümanlık" diyen de var, "İslamcılık doğru bir şey değildir" diyen müslümanlar da var. Geçen sene Yusuf Kaplan, Mümtaz'er Türköne, Ali Bulaç, Ömer Lekesiz vs. isimler kendi köşelerinde ciddi tartışmalara girdiler. Bu işe yıllarını vermiş İsmail Kara'yı da es geçmek ayıp olur.

Bana göre İslamcılık; Geçtiğimiz ve içinde bulunduğumuz asırda İslam'ın terakkisinin ancak siyasi yollarla olabileceğine inanıp, tavandan tabana doğru istenilen devrimi gerçekleştirme gayesidir. Tıpkı İran devriminde olduğu gibi... Bana göre İslamcılığın dünyadaki en bariz örneği; İhvân-ı Müslimîn hareketidir. Türkiye'de de aynı öğretilerle beslenmiş Milli Görüş ekolüdür. Dünyada İslamcılık deyince akla Cemaleddin Efgani, Reşid Rıza, Muhammed Abduh, Seyyid Kutub, Ali Şeriati ve Hasan el Benna gibi isimler gelir.

Benim İslamcılık tabirime göre bu durum yanlış değildir. Zira amaç ve niyetin hâlis olduğu bir gaye-i hayale yanlış denmez. Ama yöntem doğru da değildir. Doğru olmamasının sebebi de tavandan tabana inme düşüncesidir.

İşte tam da burada İslamcılık ve Risale-i Nur hareketi birbirinden ayrılıyor. Medyada İslamcılık tartışması yapanların bir çoğu Bediüzzaman'ı da İslamcı kategorisine dahil ettiler. Bu, o yazarların Risale-i Nur'u bilmemelerinin, Bediüzzaman'ı tanımamalarının da en bariz göstergesi oldu. Ne Risale-i Nur'dan İslamcılık çıkar ne de Bediüzzaman İslamcıdır. (Buradan İslamcılığın bir hakaret gibi algılanması sonucu çıkmasın!)

31 Mart hadisesinden sonra Bediüzzaman'ı mahkemeye çıkarırlar. Mahkeme reisi Hurşid Paşa darağacında sallananları göstererek sorar:

"Sen de şeriat istemişsin!?

Bediüzzaman cevap verir:

"Şeriatın bir hakîkatine, bin rûhum olsa feda etmeye hazırım. Zîra, şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazîlettir. Fakat, onların istediği gibi değil!"

İşte Bediüzzaman'ın "onlar" dediği fırka, o günün İslamcılarıydı.

Bağdat'ın ed-Difa gazetesinde yazılar yazan Bediüzzaman'ın talebelerinden İsa Abdülkadir'e o zamanlar bir takım sorular soruyorlar; "Türkiye'deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye'deki Nur talebeleri, Mısır'da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır?"

İsa Abdülkadir bu sorulara köşesinde cevap veriyor. Bu cevabı okuyan Bediüzzaman, cevabı beğenince Risale-i Nur Külliyatına eklenmesini istiyor ve Emirdağ Lahikası'na ekleniyor.

O cevap, Risale-i Nur'dan İslamcılık çıkmayacağının, Bediüzzaman İslamcı olmadığının da bir açıklamasıdır.

İhvân-ı Müslimîn ve Gönüllüler Hareketi

Hocaefendi ve Medya

Son zamanlarda Hocaefendi ile Ak Parti arasını açmak isteyen bazı kesimler, onun sohbetlerindeki her kelimeden farklı mânâlar çıkararak "Hükümeti kastetti" haberleri yapmaya başladılar. Bugüne kadar hiçbir sohbeti ve vaazı yayınlanmayan zâtın sohbetleri bu vesileyle daha çok insana ulaşmış oluyor ama yine cımbızlanarak tabi...

Öncelikle şunu söylemeliyim ki; Hocaefendi hiçbir zaman kişi veya kurumları hedefe alan, onları yaralayacak sözler sarfetmemiştir. O, her zaman kişileri değil vasıfları eleştirmiştir. Anlattığı şeyleri bazıları değil her Müslüman, üzerine alınmalıdır. Çünkü o her zaman İslam’ın temel esaslarına ve mesleğinin temel prensiplerine göre konuşmuştur. Mesela Firavun’dan ve Firavun’laşmaktan bahsedince tek bir insandan değil de şu enaniyet asrında (bizler dahil) Firavun’laşan herkesi kastetmektedir.

Hocaefendi’nin anlattıklarını her Müslüman kendi üzerine alınmayıp bunu başkalarına yoruyorsa, işte asıl Firavun kendisidir. Çünkü onun bu yaptığı süm’a’dır ki bu bir günahtır.

Muhterem Hocaefendi konumu gereği her siyasi partiye ve siyasi lidere eşit mesafede durmuştur. Kendi şahsi yaşantısında, düşüncelerinde ve demokrasinin gereği olarak oy verdiği partiler veya onlar hakkında yorumları olmuştur ama hiçbir zaman “gidip ille de şu partiye oy verin, vereceksiniz” dememiştir. Hatta kendisine gelip “Hocam hangi partiye oy verelim?” diye soranlara “Siz daha iyi bilirsiniz” dediğine şahitler vardır.

Yazının başında "cımbızlanarak" ifadesini kullanmıştım. Biz aslında buna yabancı değiliz. Şubat Soğuğu ve Haziran Fırtınası dönemlerindeki kaset furyasından aşinayız. Sohbetleri montajlanarak rejim, kurum ve şahıslar aleyhine bir sürü kasetler oluşturulmuş ve günlerce kanallarda dönmüştü.

Geçen günlerde Hocaefendi, temeli atılan "Yavuz Sultan Selim Köprüsü" hakkında konuştu. İsteyenler bunu "montajsız ve cımbızsız" bir şekilde Herkul.org sitesinden dinleyebilirler.

Şimdi gelelim cımbız olayına;

Hocaefendi sohbetin başında köprüyü yaptıran yetkililerin hüsn-ü zanla hareket ettiklerini, içlerinde kötü bir niyet olmadığını düşündüğünü ifade ediyor. Daha sonra Alevi ve Sünniler arasındaki fasl-ı müştereklere ve asırlar öncesinden kurulan köprülere dikkat çekiyor. Ardından bir köprü ile başka köprüleri yıkmamak gerektiğini, daha farklı isimler kullanabileceğini söylüyor. En sonunda da Alevilerin bir köprü yüzünden diyaloğu kesmemeleri gerektiğini ifade ederek, her iki tarafa da "Usûlü detaya fedâ etmeyelim Allah aşkına!" mesajı veriyor.

Bu sohbet yayınlandığı gün bir çok gazeteye ve internet sitesine haber oldu. Fakat burada önemli iki gazetenin konu hakkındaki tutumuna dikkatinizi çekmek istiyorum.

Hürriyet gazetesi cımbızlayarak "Meseleyi bir ada bağlı köprüyle yıkmayalım" kısmını öne çıkarıp diğer kısımları silerek, sanki sadece hükümete yüklenmiş havası oluşturdu. İşte haberin linki; http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=23541212

Yeni Şafak gazetesi ise tıpkı Hürriyet gibi cımbızlayarak ve "detay" hususunu kendince yorumlayarak "Yavuz Sultan Selim Köprüsü'ne tepki gösteren Alevi vatandaşları sağduyuya davet etti: 'İsim yalnız detaydır. Tek bir köprüyle bir sürü köprüyü yıkmayalım." şeklinde haber yaparak sanki sadece Aleviler suçluymuş da Hocaefendi Alevilere nasihat çekmiş havası oluşturdu. Haberin linki; http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/kopruleri-yikmak-yanlis-20.6.2013%20-533953

Tek bir örnekle bir zihniyet ortaya çıkıyor. Bu kafayla Hocaefendi'nin 78-80 yılları arasında yaptığı vaazları dinleyenler, 87-91 yılları arasında Sızıntı başyazılarını okuyanlar -olmayan- Ak Partiye eleştiriler yönelttiğini zannedebilirler.

Hizmet ve Entelektüellik

Formspring'de sorulan bir soruya cevabımdır;

Suâl: Hizmet entellektüel yetiştirebilir mi? Medyadaki tartışmalardan dolayı sormuyorum, lokal bazda itaat kültürü garip boyutlara ulaşabiliyor. Farklı düşünenler pek hoş karşılanmıyor bizzat gördüm.

Elcevâb: Tdk sözlüğündeki "entelektüel" tarifi şöyle; (Fr.) Bilim, teknik ve kültürün değişik dallarında özel öğrenim görmüş (kimse), aydın, münevver.

Eğer kastettiğimiz entelektüel, yukarıdaki tarif ise hizmet içinde pek çok entelektüel olduğunu söyleyebilirim.

Ama kamuoyunda entelektüel tanımı daha çok "batı kaynaklarıyla beslenmiş, doğuya sırtını dönmüş, her şeye ve herkese üst perdeden bakan, farklı giyinen, farklı yaşayan kişilikler” olarak kabul ediliyor. Bu yüzdendir ki; Bediüzzaman, Tanzimat sonrası dönemin entelektüelleri dediğimiz “Jön Türkler”e “zulmetli münevverler” ismini vermiştir. Biz eğer bu tarifi ta'dil edebilir ve İslam'a yaklaştırabilirsek karşımıza Cemil Meriç gibi şahsiyetler çıkıyor.

Bu zâviyeden bakıldığında ben Eski Said'i, günümüzde ise Hocaefendi'yi bir entelektüel olarak görüyorum. Özellikle Eski Said; her sabah gazetesini okuyan, kahve ve sigarasını içen, siyasetle ilgilenen, köşe yazıları yazan, hatta ve hatta gözünde entelektüellerin (veya entelektüel geçinenlerin) olmazsa olmazı küçük yuvarlak gözlüklere sahip bir kişilikti. Yeni Said döneminde ise bütün bunları büsbütün terk edip Risale-i Nur’a adadı kendisini. Entelektüel donanımından ise hiçbir şey kaybetmedi.

Ta'dil edilmiş şekliyle entelektüel bir donanım elde edebilmek için; kişinin ferdî planda, özel hayatında pek çok zamanı olması veya o zamanı elde etmesi gerekir. Zira öğrenilmesi farz olan ilimlerin yanında onca batı referanslı kitaplar, ansiklopediler okumak gerekiyor. Her alanda konuşabilmek, yorum yapabilmek için o alanlara ait kitaplar da cabası...

Fakat hizmet içinde entelektüel olabilmek çok mu gereklidir orası da ayrı bir tartışma konusu...

Bediüzzaman hazretlerinin talebelerine baktığımızda bir elin parmakları sayısı kadar hariç, büyük çoğunun köylü, çiftçi, esnaf olduğunu görüyoruz. Kaldı ki içlerinde eğitimli olanlar dahi, köylü olan Mehmed Feyzi'den ders alır, hemen hemen her konuda ona danışırlardı. O köylü dediğimiz insanlar o kadar ihlaslı hizmet ettiler ki, yüzlerce entelektüel bile düşüncelerini o denli hayata geçirememiş ve halka tesir edememiştir.

Şu da var ki; Entelektüel dediğimiz Cemil Meriç, Risale-i Nur okumak için yanına giden Nur talebelerini bazen azarlarmış. Bunun nedeni Cemil Meriç’in buhranları olmakla birlikte, o genç talebelerin onun seviyesine çıkamamaları ve onun iç dünyasını (ferdî planda) tatmin edememeleridir. Bu noktada hizmet içinde bu tür entelektüel insanlara ulaşabilmek için, onların seviyesinde entelektüel yetiştirme ihtiyacı hâsıl olabilir.

Entelektüellik; aynı zamanda kişiye şöhret getirmektedir. Şöhret ise ihlası zedeleyen bir illet olarak görüldüğünden hizmet içinde tasvip edilmez. Zira hizmetin külli prensiplerinden bir tanesi de; “kün inden nâsi ferden minen nas” (İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol) kâidesidir.
Hizmete baktığımızda bu prensibi rahatlıkla görüyoruz. Mesela hizmetin en başarılı olduğu eğitim alanında dünya çapında başarılar elde ediliyor. Fakat hiçbir zaman biz o başarının mimarlarını (öğretmenleri, belletmenleri, müdürleri) göremiyoruz, görsek bile tanı(ya)mıyoruz.

Bana göre Eski Said ve Hocaefendi bir entelektüeldir. Lakin bu zâtlar “acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak”ı düstur edindiklerinden şöhretin belasından korunabiliyorlar.

Soruda bahsedilen “lokal bazda itaat (biat) kültürü” ile entelektüel yetiştirememenin hiçbir ilgisi yok bence. Hizmet içinde birisi bu donanımı elde etmek istiyorsa eder. Fakat hizmet içinde muvazzaf birisi buna vakit bulabilir mi bilmiyorum. İşte yetişmemesinin asıl nedeni budur. Rehberlik ve yönlendirme muhakkak olur ama kimse kimsenin okuduğu kitaplara, aldığı eğitime karışmaz.

Çok önceleri hizmet içinde şöyle bir görüş vardı; “Risale-i Nur varken başka kitap okumak ve yazmak gereksizdir.” Bu görüş belki entelektüel yetişmesinin önünü tıkayabilir fakat Hocaefendi’nin farklı sahalarda kitaplar yazması, okuması, okutması, okumaya ve yazmaya teşvik etmesi bu görüşü izâle etmiştir.

Günümüzde İslamcı diye tabir edilen entelektüel isimlere baktığımızda (ki bazılarından hiç hazzetmem); hizmet içinden insanlardan böyle olmasını beklemek yanlış olur. Zira onlar kendi başlarına bir insan, hizmet içindekiler ise koca bir şahs-ı manevinin bir parçasıdır.

İşte bu yüzden nazarımda bin tane İsmet Özel bir tane Abdullah Aymaz yapmaz.