1 Aralık 2012 Cumartesi

Erzurumlu düz adamlar

"Begi Dede"m Nusret Efendi'nin şahsında, dayım Muammer Cindilli'nin Erzurumlu düz adamları anlattığı bir yazısını paylaşmak istiyorum;

"Evliya Çelebi'mden Necip Fazıl'a, Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Nazım Hikmet'e onlarca ehl-i kalem; bu yüce dağların zirve insanlarını hikaye etmişler.
Uyvar eri Abbas, Erzurumlu Tahsin ve benzerleri zirve insanlardır. Çünkü farklıdırlar, hususiyetleri vardır.
Hüseyin Avni Bey, Müftü Solakzade ve benzerleri zirve insanlardır. Çünkü farklıdırlar, hususiyetleri vardır.

Profili çizilen Erzurum insanımızın çoğu bu cümledendir. Yani ilmiyle, eseriyle, kahramanlık ve önderliğiyle iz bırakmış kimselerdir. Ben bu yazıda ortalama bir Erzurumlu'yu, sıradan bir Dadaş'ı, tipik bir "Ev herifi"ni anlatmaya çalışacağım.
Bir başka söyleyişle, babam Nusret Cindilli'nin şahsında Erzurum yerlisi bir "Düz Adam"ı anlatacağım. Veya sıradan bir Erzurumlu "düz adam"ı anlatırken, rahmetli babamı da yâd etmiş olacağım.

Erzurumlu ortalama "ev herifi"ni bilirsiniz. Kadim çoğunluktan biridir, içimizden biridir o.
Aşırı iddiadan, hırstan yana yoksul, rızık endişesi taşımayacak, zekata muhtaç olmayacak, fitresini ancak verebilecek kadar varlıklı kimselerdir onlar. Şöhretleri komşu, akraba ve alışveriş ettiği kimselerle sınırlıdır onların.

Siyaset, ticaret, sanat ve temaşa hayatının vitrininde yer almazlar, alamazlar... Çünkü dillenmeyi birazcık afet sayarlar.

Helal kazanmış zengini, kibirli olmayan hânedanı, firavunluk kokmayan ricâli severler ve kıskanmazlar.

Bilime ve teknolojiye karşı değillerdir ama; yukarıdan emredilen modernliği ustaca "zehlenirler" (Bu "zehlenme" neticesi "asrî"lik şehir mezarlığına yakıştırılmış Japine kollu hanımlar "tanko" diye tesmiye olunmuşlardır.)

"Balo"su hariç bütün değerleriyle barışıktırlar Cumhuriyet'in. ''Hemşehri'dir Cumhuriyet'in bânisi. Herif adamdır..
Putlaştıranı sevmezler ama her ihtiram kıyamında ayakta durdukları zamanı Fâtiha okuyarak değerlendirirler.

Bir çoğunun aile geçmişinde Yemen veya Çanakkale'de kalmış şühedâ amcalar, dayılar, babalar vardır. Ermeni zulmünün ya tanığı, ya ikinci elden nakledicisidirler.

Hele bir de "Can Verenler" teşkilatında hizmet vermiş bir aile üyesi varsa macerasını iftiharla tahkiye ederler.
Tamamı kuvvâcıdır lakin "Şalcı Şöhret Hanım"ları kısık ve üzgün sesle anarlar.

İktisadi telakkileri sosyal adaletçidir fakat "Dini gollik" edebiyatı veya zannı ekserisini "Demirkırat" yapmıştır.

Allah'la barışık bir Devlet ve Devlete sevdalı vatandaş isterler.
Yüz-göz olmamak, yaltaklanmamak adına Devlet adamına mesafeli dururlar; ama terör veya vazife şehidi askeri, polisi tekbir ve tehlillerle uğurlamayı ibadet kabul ederler.

Onların müdâvimi oldukları kahveler sabah namazıyla açılır, ekserîsi yatsı namazını evlerinde kılarlar.
Muhakkak bir gazetenin abonesidirler ve "akşam acansı"nı dinlemeden yatmazlar.

Akraba ve dünürlerin dışında; yolcu, talebe ve meczupları iftara çağırırlar sadece.

Cesur insanlardır lakin kul hakkından korkarlar. Komşu hakkı korkularının başında gelir. İyi adam olmanın ön şartını "geçimli komşulukta" ararlar. Vâkarlıdırlar ama akranlarıyla bolca "henek" ederler. Tevazu sahibidirler fakat kibre karşı kibretmeyi şahsiyetlerinin zekatı sayarlar.

Dükkanlarını besmeleyle, meslek pîrine Fatiha okuyarak açarlar. Bereket duası kıblegâhın altında yahut yanındadır; ama dini terim ve unvanları ticarethane isminde kullanmayı kerih sayarlar.

Âlimlere hürmetkârdırlar, severler müstefıd olurlar. Lakin el öptürmekten haz duyanlarla başları hoş değildir.

Lisanları temizdir ancak, bir yürek yelpazesi olarak "itoğluit, ermeni diğası, urus tohumu, gavat" sözlerini bol bol tüketirler.

Ne hikmetse eski kabadayı ve eşkiyaları anlatırken Köroğlu'nu anlatır gibi şevke gelirler. Kosunoğlu'nun "ninno" ettiği "başefendi"yi, Tosihli'nin dövdüğü "kolcu"yu, Faruk Bey'in sıpırttığı "ölçme memuru"nu Bolu begi misali anarlar.

Ben babama "Begi" derdim. Begim seksen küsur yıllık ömrünü Erzurumlu "düz bir adam" olarak yaşadı. 1980 ihtilalinde tutuklanmıştım. Kuru Hapan'da yeni aldığı küçük bir dükkanı satmış ve cezaevine ziyaretime gelmişti. "Oğlum avukat tutacak paramız var. Ama senin yüzünden hapis yatan arkadaşın varsa önce ona avukat tutmamız lazım" demişti.

Tanpınar'ın, Erzurum'lu Tahsin'i; "hayat ölüm için yazılmış kasideden başka bir şey değil" diyordu. Benim "begim"in kasidesi, bu "düz adam"lıktı herhalde. Ortalama bir dadaşın, düz Erzurumlu'nun mühim bir hususiyeti de kuvvetli "mahallelik" duygusu idi. Ben; bizim gördüğümüzden biraz çaplı ticaretlere soyununca, bir "mahalle" hikayesi anlatmıştı begim;

O zamanki mahallemizde zengin bir büyüğümüz pahalı ve kürklü bir manto getirmiş hanımına. Karne döneminin yoksul ve mazlum mahallelisinin diline düşmüş bu manto. Bir ramazan akşamı mahallenin "ağabegi"si (ombudsmanı) komşularını ve tabii zengin mahalleliyi de iftara çağırmış.

İftar ve namazı müteakip tandır başında çay sohbeti başlamış. Ev sahibi, "... bey yenge hanım da teşrif etti mi hanemize?" diye sormuş. "Beli" cevabını alınca, "Kürklü mantosunu da giyinmiştir herhalde. Görmemizde mahzur yoksa bir getirin bakalım" demiş. Zengin mahalleli mantoyu getirince "bak ... bey. Sen tüccar adamsın,  kârı seversin. Gel bu kürkü bana 5 altın liraya sat" demiş. Mahallenin büyüğü isteyince vermemek olmaz. "Tamam ağabey" demiş. Ağabey de kürkü tandırın içine atıp yakmış. Bunu gören tüccar da "Hikmetine kurban olsun bu manto. Verdiğin parayı tasadduk edeyim ama hele anlat niye böyle yaptın?" deyince ağabey cevap vermiş; Helâlinden kazanıp helâlinden harcamak vardır. Hanımına kürk de alabilirsin ama mahallenin ortalaması da bellidir. Kimsenin karısı böyle bir şey giyemiyorken senin karının bunu giymesi fitneye yol açar. Helalinden kazanacak ama harcarken ölçülü olacağız. Mahallenin evlad-u iyâlini ifsad etmeyeceğiz." demiş

Babalarımızı yaşatmak elimizde değil elbette. Ama yaşadıkları ve inandıkları değerleri diri tutmak bizim gayretimize bağlı. Mekânı, mekânları cennet olur inşallah.

Yaşayanların ömürlerine bereket..."

Muammer Cindilli

10 Temmuz 2012 Salı

Suriye bu hale nasıl düştü?

Osmanlı’nın yıkılması ve emperyalist Avrupa devletleri Osmanlı topraklarını kendi aralarında taksim etmesiyle başladı Suriye’nin de kaderi…

Çözülme, Birinci Dünya Savaşı sıralarında meydana geldi. Emperyalist Avrupa devletleri İslam topraklarını birbirlerine ikram ediyorlar ve Suriye’yi de bir lokma gibi Fransızların önüne atıp “buyurun” diyorlardı.

Osmanlı’yı parçalama usulüyle çökertenler, Suriye’ye de aynı şeyi tatbik ettiler ve koca ülkeyi dört kısma ayırdılar; Cebeli Druz, Halep, Dimaşk ve Latakia… Her birinin başına bir hükümet yerleştirip ayrılık tohumlarını baştakilere attırdılar ve onlara sulattılar.

Diğer ülkelerde olduğu gibi Suriye’de de bilinçli insanlar vardı. Bunlar Suriye’yi Fransız idaresinden kurtarmak için birlik olmanın lüzumuna inanmışlardı. Bunun için de teşkilatlanmak gerekiyordu. Hizbü’l-Vatanî ve Hizbüş-Şa’b teşkilatları bu vesileyle kurulmuştu.
1939 yılında Ekrem el-Huranî Hama şehrinde de Milli Gençlik Teşkilatını kurdu.

Bu sırada İkinci Dünya Savaşının başlaması Fransızları zor duruma düşürdü. Suriye halkı da bunu bir fırsat bilerek Fransız sömürgesini bir nebze de olsa engelledi ve istiklal mücadelesini hızlandırdılar.

1946 yılında istiklalini ilan eden Suriye, Şükrü el-Kuvvetli’yi Cumhurbaşkanı, Hizbü’l-Vatanî partisinin başkanı Cemil Mardani’yi de Başbakan seçti.

HÂRİCΠOYUNLAR

Artık Suriye halkının düşmanları; İngilizler, Fransızlar ve Siyonistlerdi. Onlar için komünizm bir tehlike değildi. Tehlike sayılsa bile ikinci plandaydı. Bunu tespitte gecikmeyen Rusya, Suriye’de ahlak bakımından düşük olanları elde etti. İki gayesi vardı; parlamenter idareyi yıkmak, ırkçılık ve mezhepçilik meselesini körüklemek…

Parlamenter idareyi yıkmanın tek yolu askeri darbelerdir. Irkçılık ve mezhepçiliği körüklemek için de, azınlıkta olan Nusayri, Dürzî, Kürt ve Hıristiyanları ayağa kaldırmak yeterliydi.

Kısacası; halkın hakkını koruyacağız derken, Hakk’ın hatırını çiğnemek, böylece karışmak ve karıştırmak ve neticesinde Suriye’de sosyalizmi hakim kılmak…

Rusya bu iş için çok çalıştı. Suriye’ye çok para döktü.

Suriye halkı ise tarımla uğraşıp para kazanmaya çalışıyorlardı. Zengin olunca bütün dertlerin biteceğine inanırlardı. Komünizme düşman olanlar, “Allah komünizmin belasını versin” demekle yetinirlerdi. Dindar halk dinini yaşar fakat memleket meselesi diye bir şey düşünmezlerdi. Bu insanlar yaşlandıklarında, okuttukları çocuklarının eliyle Suriye’ye komünizmin girdiğini görünce akılları başlarına geldi ama iş işten geçmişti…

İHTİLÂLLER

Suriye’de ilk askeri darbe 29 Mart 1949 yılında Albay Hüsnü ez-Zaim tarafından yapıldı. Hüsnü Zaim Albay iken elde edemeyeceği imkanları Cumhurbaşkanı olunca elde etmişti.

Aynı senenin 28 Mayıs’ında Albay Sami Hunnavi ikinci darbeyi yaparak, arkadaşı Zaim’i öldürdü ve yerine geçti. Artık orduda gruplaşmalar başlamıştı…

Ve bu dönemde aslen Rum olan ve Sorbonne’de okumuş Mişel Eflak’ı sahnede görüyoruz. Bu şahıs İslamiyeti yaşamamakla beraber Arap ırkçılığını körüklüyordu.

Bu arada Suriye’de aile müessesesi her geçen gün sarsılmakta, merhamet kalkmakta, itimada yer verilmemekteydi. Sosyalizm cereyanı git gide yürümekteydi. Nusayriler ve Dürziler çocuklarını askeriye, öğretmen okullarına ve hukuk fakültelerine kaydettirerek köşe başlarını elde etmek ve hakim sınıf haline gelmek için çırpınıyorlardı. Kırık not getiren bir öğrenci, ırkına veya mezhebine ihanet etmiş sayılıp yediği dayak, işlediği suçla mütenasip oluyordu.

Suriye’de üçüncü darbe 29 Kasım 1951’de Albay Çiçekli tarafından yapıldı. Hunnavi ise Beyrut’a kaçmıştı. Başa geldiğinde arkadaşı Zaim’i öldüren Hunnavi ise, Beyrut’ta Zaim’in akrabaları tarafından öldürülmüştü. Böylece Suriye tahtı kana boyandı. Gelen kan akıtıyor, ölmemek için öldürmeyi tercih ediyordu…

Çiçekli evvela siyasi partileri kapattı, sonra seçim kanununu değiştirdi. Çiçekli, partilerin şiddetli muhalefetiyle  karşılaşınca, durumdan istifade etmek isteyen Albay Faysal Attasi 25 Şubat 1954’te dördüncü ihtilali yaptı. Çiçekli ise soluğu İsviçre’de alarak canını zor kurtarmıştı.

VE SOSYALİZM

Albay Attasi sosyalistti. Böylece Rusların planları yıllar sonra gerçekleşti. Suriye’de hem meclis iş yapamaz duruma geldi, hem de sosyalizm hakim oldu.

Attasi’nin darbeleri diğerlerine hiç benzemiyordu. Genç subaylarla iş birliği yapmış ve orduyu gayesine alet edebilmişti.

Bu darbeden sonra eski başkanlardan Faris el-Huri Cumhurbaşkanlığına, Vatan partisi lideri Sabri Asali de Başbakanlığa getirildi. Solcu bir ihtilâlde Vatan partisi gibi sağcı bir partinin liderine bu vazifeyi vermekten maksat, halkın solculuğa karşı düşmanlığını biraz olsun hafifletmekten başkası değildi…

1958’de Baas partisi ileri gelenleri acayip bir iddia ortaya attılar; komşu devletler ve komünistler tarafından Suriye’nin tehdit edildiğini ileri sürerek Mısır’la birleşmeyi teklif ettiler. Çünkü Baas partisi sosyalist olduğu gibi Mısır da sosyalistti ve sosyalistlerin birleşmesinden kuvvet doğacağını kabul etmişlerdi.

MISIR İTTİFAKI

Böylece Cemal Abdülnasır Suriye’nin idaresine hakim oldu ve Mareşallarından birini buraya komutan olarak tayin etti. Sonra sosyalizm hareketleri başladı; toprak ve tarım reformu yapıldı. Fabrikalar, bankalar, sigortalar devletleştirildi. Bu sebepten özel kesim ve toprak sahibleri Nasır’a cephe aldı.

Nasır Arap Birliğine katılan bütün devletlerin tek bayrak altında toplanmalarını isterken, Baascılar da buna karşı çıkıp daha yumuşak bir birlik (federasyon) istiyorlardı. İşte bu sebeple Baascılar ile Nasır’ın arası açıldı ve 28 Ekim 1961’de beşinci darbe yapıldı.

Bu darbeyi idare eden, çöl kuvvetleri komutanı general Haydar Kuzbari idi. Kendisi ordu başında kaldı, akrabası Doktor Mamun Kuzbari’yi Başbakanlığa getirdi. Nasır’ın yaptıkları ortadan kaldırıldı, devletleştirilen şeyler sahiplerine teslim edildi.

Baascılar da General Haydar’a yardım ederek araları açılan Nasır’a bir darbe vurdular. Bu ihtilâli bir köprü kabul edip hemen arkasından yani 28 Mart 1962’de altıncı darbeyi yaptılar. Bu ihtilâlde ise Albah Dehman Nahlavi ile arkadaşları idareyi ellerine aldılar. Bu darbeden sonra da Nazım el-Kudsi Cumhurbaşkanı, Beşir el-Azm Başbakan oldu.

HALK KIVAMA GELİYOR

Suriye halkına gelince… Onlar artık darbelerden ve ordu içindeki ayrışmalardan bıkmış, geçmişteki karmaşıklıklara yenilerinin ekleneceği endişesiyle “Artık ne olacaksa olsun! Komünizm veya bir başkası, kuvvetli bir hükümet gelsin yeter!” diye feryat ediyorlardı. Böylece son komünist ihtilâli için zemin hazırdı. Baascılar da zaten bu fırsatı kolluyordu…

EĞLENCEDEN İHTİLÂLE

İsrail sınır bölgesi komutanı Albay Ziyad Harrari, Nasırcı diye mimlenmişti. Hükümete karşı olduğu gerekçesiyle vazifesinden alınıp Ürdün ateşeliğine tayin edildi. Birliğinden ayrılırken şerefine eğlence tertip ettiler. 7 Mart 1963’te geç vakitlere kadar gazinoda için eğlendiler. İyice sarhoş olan subaylar, yedinci darbeyi yaparak hükümeti devirmeye karar verdiler. Kendilerine karşı çıkacağını tahmin ettikleri subayları tevkif edip, tutukladılar. Zırhlı ve paraşütçü birliklerle Şam’a yürüdüler, sabaha karşı Şam’ı kuşattılar. Radyo evini ele geçirdiler. Sabah 6.30’da ihtilâl haberiyle ayağa kalkan halk, bu darbenin de geçmişteki darbelerin aynısı olduğunu düşündü. Fakat bu şimdiye kadar olanlardan biri değil, Baas Partisinin iktidara gelmesiydi.

TEK BAŞARISIZ OLAN İHTİLÂL

Suriye tarihinde başarısız olan tek ihtilâle, 18 Temmuz 1963’te Baascılar ve Nasır’ın dışında kalan asker ve siviller teşebbüs ettiler ve başarısız oldular.

Her ne kadar Baas partisinin genel sekreteri Mişel Eflak ise de onun devlet kademelerinde vazife almadığı dikkat çekmektedir. Nitekim Mişel’in yakın arkadaşı Salah el-Bitar altı aydır yürüttüğü başbakanlık vazifesinden çekilince, yerine General el-Hafız getirildi.

Suriye Milli İhtilâl hükümeti, “Ocak 1965 kararları” ile 115 firmayı devletleştirdi. Bu devletleştirme işine karşı çıkanlar, dayak ve hapis cezalarından ölüme kadar sürükleniyordu. Diğer tarafta bazı köylü ve işçiler, Başbakan Hafız’ın lehinde gösteriler yapıyor, meydanlarda onu alkışlıyorlardı. Başbakan Hafız burjuva hareketlerini önleyeceklerini, grev yapıp işleri durduranları, boykot yapanları ezip öldürteceğini haykırırken, dinleyiciler “idam idam!” diye haykırıyordu.

Geçmişi unutarak konuşan ve koltuğunu daimi zanneden Hafız, 22 Şubat 1966’da General Salah Cedid’in yaptığı sekizinci darbe ile devrildi. Bu darbenin sebebi tamamen şahsiydi. Başbakan Hafız, Salah Cedid’i Genelkurmay başkanlığından azledince o da intikam için ihtilâl yaptı. Elbette bunların hepsine “vatan için!” yaftasını yapıştırmaktan geri de kalmıyorlardı.

Başbakan Salah Cedid de diğerleri gibi Rusya’ya yaklaştı. Suriye topraklarından Ruslara üsler verdi, onlardan silah ve teçhizat aldı.

HÂFIZ (BABA) ESED DÖNEMİ

13 Kasım 1970’de bugünkü Devlet Başkanı Beşer Esed’in babası, Hava Kuvvetleri Komutanı General Hâfız Esed ihtilâller zincirine bir yenisini daha ekleyerek (dokuzuncu darbe) Cumhurbaşkanlığına geldi.

Hâfız Esed’in gelmesiyle Suriye halkı o istedikleri kuvvetli hükümeti bulmuştu! Fakat bugüne kadar koltuk kavgası yüzünden birbirlerine düşenler, koltuğu sağlama alınca halkın başına bela oldular. Suriye halkı bir kez daha hatasını anlamıştı ama son pişmanlık yine fayda etmedi…

12 Mart 1973’te yeni anayasa sürecinden önce “Devletin dini İslam’dır” cümlesinin anayasa konulmasını isteyen halk ayaklandı ve katliamlar ondan sonra başladı.

VE BEŞER (OĞUL) ESED SAHNEDE

1970 yılında göreve gelen Hâfız Esed 2000 yılında ölene kadar iktidarda kaldı. 2000 yılında öldüğünde yerine vekaleten Abdülhalim Haddam oturdu. Aslında yerine geçmesi gereken oğul Beşar Esed’di fakat devlet başkanlığı yapabilmek için anayasada “40 yaş” şartı vardı. Oğul Esed ise 35 yaşındaydı. Bu yasa bir gecede değiştirildi ve oğul Esed başa geçti.

2000 yılından beri görevde olan Beşar Esed de babasının yolundan gitti. Rusya ile ilişkileri sıcak tutarken bunun yanında İran ve komünist yandaş Çin ile de ilişkilerini güçlendirdi.

2010’un sonlarında başlayan Arap Baharı ayaklanmasının Suriye’ye sıçramasıyla koltuğu sallanan Beşer Esed, koltuğu kaptırmamak için başka koltukları tehlikeye atıyor, ölmemek için öldürüyor fakat zulüm ile âbâd olunamayacağını bilmiyor...

15 Haziran 2012 Cuma

AKP olmadı İHH verelim!

Mit krizinin yaşandığı ilk günlerde; fitne kurulları tarafından piyasaya sürülen iki gazeteci Twitter'da açıktan yazışıyorlardı. Birisi diğerine diyordu ki; "Abdurrahman, Ankara'da İhh hakkında bir dosya hazırlanıyormuş bilgin var mı?" (Zamanlaması harika bir bomba!)

Bir anda bu yazılanlar İhh sempatizanları tarafından retweet ediliyor. Bazı İhh sempatizanları gaza gelip, heyecanlanıyorlar; "Vayy demek sıra İhh'ya geldi? İhh'ya dokunan yanar! Cemaatin gücü İhh'ya yetmez! Kan çıkar kan!" (Ve bomba tam zamanında patlıyor!)

Hased ve tenkitten gelen duygularla cemaate düşman olan bu tayfa (hepsini kastetmiyorum), süreçte o kadar kaypakça bir tutum sergiliyor ki mideniz bulanır. Akp'yi Nato sevdalısı, Bop'çu diye neredeyse tekfir edenler bir anda Akp sevdalısı oluyorlar. İddia edilen Akp-Cemaat çatışmasında bir anda Akp saflarında yer alıp "Büyük Usta helal olsun sana ver ayarı şunlara!" diyorlar. Mit krizinde savcı görevden alınınca "Reis cemaate ayarı verdi helal olsun" oluyor fakat sular durulunca "Rte şöyle böyle"ye tekrar dönülüyor.

Malum günlerde Ulusal kanal haber bülteni, Stv'den alınan görüntülerle Bamteli sohbetlerinden alınan görüntüyü montajlayıp yayınlıyor. Öyle tezgahlanıyor ki; haberi Stv hazırlamış gibi görünüyor. Bunu farkeden veya farkedemeyen bu tayfa da "Emir gelmiş zaten neyi konuşuyoruz ki? Hadi buna da tesadüf deyin!" diyorlar.

Buraya kadar olanları yazmayı hep düşündüm fakat nasip olmadı. İyi ki de olmamış çünkü beklediğim oyunun işleme konduğu gün yazmak daha önemli benim için...

Ve bugün...

Başbakan Türkçe Olimpiyatları'nın kapanış gecesinde Hocaefendi'yi davet ediyor. Ertesi gün Habertürk gazetesi, tıpkı Mit krizindeki o iki gazetecinin bıraktığı saatli bomba etkisinde bir bombayı sürmanşetine bırakıyor. Habere göre; "İhh hakkında yargıda dosya hazırlığı varmış" Hani şu Twitter'da yazışan gazetecilerin söyledikleri... (Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da; Mit krizinde ortaya çıkan gazetecilerin eski patronuyla, bugün ortaya çıkan gazetecilerin patronu aynı kişidir!)

Ve malum tayfa o gün olduğu gibi yine harekete geçti. İhh yetkilileri tarafından yalanlanınca da bir anda söndüler.

Sürekli küfrettikleri o "Reis"leri, o "Büyük Usta"ları cemaate! yargıyla ayar vermiş ve yargıyı kendi eline geçirmişken, İhh ile alakalı yargıda hazırlanan bir dosyayı yine cemaate mâl etmek nasıl bir şeytanlık, nasıl bir sahtekarlık, nasıl bir aymazlıktır ona siz karar verin...

O gün söylediklerini saçma olarak görüp "Ne alakası var tüm bunların?" diyenlere "Emir gelmiş zaten neyi konuşuyoruz ki? Hadi buna da tesadüf deyin!" cevabını verenlere derim ki;

Emir gelmiş zaten neyi konuşuyoruz ki? Hadi buna da tesadüf deyin!


2 Haziran 2012 Cumartesi

Kürtaj yasağı

İnancıma göre kürtaj haramdır ve bu mutlak bir cinayettir. "Nihayetsiz cinayet ise nihayetsiz azabı icab eder." der Bediüzzaman.

Kürtaj yaptıran kadınların; tecavüz, ensest, evlilik dışı ilişki, çocuk düşünmeme, rızık endişesi, çocuğun sakat doğacak olması, anne sağlığının tehlikede olması gibi pek çok gerekçeleri olabiliyor. Bu gerekçelerden sadece bir tanesi, yani anne sağlığının tehlikede olması kürtajı mübah kılabilir. Geriye kalan şartlar, kürtaj yaptırmak için bir bahane olamaz.

Bugün kürtaj yasal olarak hastanelerde yaptırılabiliyor. Fakat yeni düzenlenecek olan bir yasayla kürtajın yasaklanması gündemde. Hükümetin bu yasağı getirmesinin altında İslâmî veya insânî gerekçeler olabilir. Elbette kürtaj yaptıran kadınlar da bunun insânî bir şey olmadığını biliyorlardır. İşin İslâmî tarafı ise inançla alakalı bir durumdur ve geneli kapsamaz, kapsayamaz.

Misal tecavüze uğramış veya ensest sonucu hamile kalan bir bayanın psikolojisini hiçbir erkek tahmin edemez. Tahmin edemeyeceği için de "doğursun biz bakarız" demek gayet kolay geliyor. Kendi rızası dışında böyle bir zulme maruz kalmış bir bayan o çocuğu doğurduğunda, ölünceye kadar nasıl bir psikolojiyle yaşayacağını biraz empati yaparak tahmin edebiliriz. Bu kadınlara ne derseniz deyin o çocuğu aldırmak için ellerinden geleni yapacaklardır.

Çocuk düşünmeyen, rızık endişesi taşıyan veya çocuğun sakat doğacağı gerekçesiyle kürtaj yaptıran bayanlara ise ne deseniz boş. Bu insanların zaten îmâni bir zaafiyetleri var ki böyle bir işe girişiyorlar. Kürtajın haram olduğuna inanacak kadar şuurlu olsa "çocuk düşünmüyorum" veya "bu çocuk sakat doğacak aldırayım" gibi saçma gerekçelerin ardına sığınmaz. Kaldı ki çocuk sakat doğacak diye kürtaj yaptırmak, Allah'a isyan edip -hâşâ- "Allah'ım sen bunu iyi yaratamadın. Ben bunu aldırayım sen daha güzelini, daha düzgününü yarat!" demektir.

Bütün bunları göz önüne alarak, kürtajın tamamen yasaklandığını düşünelim;

Hastane ortamlarında yasaklanan kürtaj, "merdiven altı" diye tabir edilen sağlıksız koşullarda yapılacaktır. Bu da bir çok kadının hayatını tehlikeye atacaktır.

Tecavüz ve ensest mağduru bayanlar veyahut biz inanmışlarla aynı hassasiyeti taşımayan bayanlar, her ne pahasına olursa olsun o çocuğu aldırmak isteyeceklerinden, bu işi illegal yollarla yapan doktor veya doktor bile olmayan kişilere müracaat edeceklerdir. Ortopedistlerin kırıkçı-çıkıkçı muadilleri olduğu gibi, bu sefer de kürtajcılar türeyecektir. Hal böyle olunca; masada kalan bayanların ve bu işi meslek edinenlerin önü alınamaz bir hale gelecektir.

Bu konudaki yasalar henüz belli değil. Yasak getirilirken hangi şartlar göz önüne alınacak veya hangi şartlarda kürtaja izin verilecek bilemiyoruz. Yasaklasanız bir türlü, yasaklamasanız bir türlü...

Hükümet; kendisine düşmanlığı yüzünden her şeyi protesto edenler ve müslüman veya komünist feministlere aldırış etmeden, bu yasayı çok dikkatli bir şekilde ele almalıdır.

Başarılı siyasetçiler; idealleriyle realiteyi birlikte mezcetmeyi bilmelidirler. Siz çocuğun da yaşama hakkını düşünebilirsiniz fakat her ne olursa olsun bunu yaptıracak insanların da olduğunu bilip, buna göre hareket etmelisiniz. Aksi takdirde arzu etmediğiniz sonuçlarla karşı karşıya kalabilirsiniz...

15 Nisan 2012 Pazar

Nereden çıktı bu kutlu doğum?

Her nisan ayı gelip çattığında iki kesim
arasından aynı itirazlar yükseliyor. İki kesim de birbirlerine zıt olmalarına rağmen nasıl oluyorsa bu konuda ittifak edebiliyorlar. O kesimlerden biri Kemalistler, diğeri de bir kısım Müslümanlar...

1989'dan beri Diyanet İşleri Başkanlığı her sene 14-20 nisan tarihleri arasında "Kutlu Doğum" programları düzenlemektedir. Bu ay gelip çattığında; yurt çapında konferans ve vaazlar verilir, hediyeler, güller, yemekler, tatlılar dağıtılır, ilahi konserleri verilir ve bu vesileyle Efendimiz (s.a.s) anlatılır, anılır, sâlât ve selamlar getirilir...

Ve bu dönemlerde bir kısım Müslümanlar ile Kemalistler ağız birliği yaparak, kutlu doğum diye bir şeyin olmadığı anlatmaya çalışırlar. İttifak ettikleri mesele aynı olsa da söylemlerinde farklılık vardır. Misal Kemalistler; "Eskiden kutlu doğum mu vardı? Bunlar sırf irticaya zemin hazırlamak için uydurulmuş hurafelerdir." der. Bir kısım Müslümanlar da "Peygamberimizin (s.a.s) doğumu Rebiülevvel'in 12. gecesinde Mevlid kandili olarak kutlanmıyor mu zaten? Nisan'da kutlu doğum nereden çıkıyor? Bid'at bunlar!" der.

İkisinin de itirazlarında son derece haksız olduğunu delilleriyle yazalım;

Kemalistler bu itirazlarını 27 Nisan'da eyleme döktüler. Bir gece ansızın hükümete muhtıra veren Yaşar Büyükanıt; "22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa'da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur. Devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır." ifadeleriyle tarihe geçmiş ve tarih olmuştur...

Kutlu Doğum haftasını milli bayramlara alternatif kutlamalar olarak gören Yaşar Büyükanıt, Peygamberimizin (s.a.s) doğum gününün milli bayram olduğunu bilmeyecek kadar cahil miydi?

24 Ekim 1339 (1923) tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi;

Leyle-i Vilâdet Hazret-i Risaletpenahiye müsadif olup Türkiye'de saltanat-ı şahsiyenin ilgasiyle hukuk-u saltanatın uhde-i millette istikrarını ve hâkimiyet-i milliyenin teessüsünü suret-i kat’iyyede tesbit eyliyen kararın Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edildiği 12 Rebiülevvel gecesi ile günü Hâkimiyet Bayramı addolunmuştur.” ifadeleriyle, Efendimiz'in (s.a.s) doğumunu bayram ilan etmiştir.

Kemalistleri, içinde Atalarının da imzası bulunan bu kanun maddesiyle baş başa bırakıp, bir kısım Müslümanlara geçiyorum.

Genel kabul olunan görüşe göre Peygamberimiz (s.a.s) Fil vak’asından 50-55 gün sonra, Rebiülevvel ayının 12’inci pazartesi gecesinde doğmuştur. Tabi bu kamerî aylara göre verilen tarihtir.

Mâliki mezhebinin büyük imamlarından Süheylî, Ravdü'l Ünf adlı eserinde Riyaziyecilerin (matematikçi) tespitlerini aktararak, Peygamberimizin (s.a.s) doğumunun şemsî aylardan nisan ayının 20’sine rastladığını yazmıştır.

Mısırlı âlim (gök bilimci, coğrafyacı, mühendis) Mahmut Felekî Paşa da bu tespiti doğrulamış ve delillendirmiştir.

Bütün bunlar olmasa bile; dine ters olmayan örf dine göre de makbulken, Peygamberimizi (s.a.s) anmanın neresi bid'at olabilir ki?

Efendimiz'e (s.a.s) daha çok sâlât ve selam getirilmesine vesile olmak bid'at mıdır?

Bana göre yapılan etkinlikler bile yeterli değil. Efendimiz'in (s.a.s) doğumu şehrayinlerle kutlanmalı. Her Ramazan ayında "nerede o eski Ramazanlar?" muhabbeti yapan bütün yaşlılar feshanelerden, şehrayinlerden bahsederler. O şenlikler o kadar yer etmiş ki aradan yıllar geçmesine rağmen unutulmamış. Kutlu Doğum programlarının da aynı şekilde renkli geçmesi nesillerin zihninde yer edecektir şüphesiz. Zira gerek Osmanlı, Fatimiler ve Eyyubiler döneminde de Efendimiz'in doğumu şenliklerle kutlanmıştır.

Bu tür günleri ganimet bilip O'nu (s.a.s) anlatmak, anmak, anlamak ve yâd etmek bizler için en büyük şeref olmalıdır...

8 Şubat 2012 Çarşamba

Liberal kıvırması

Yemek ismi gibi gelebilir. Hoş yemek olsaydı da pek tatsız tuzsuz bir şey olurdu ya neyse...

İslam hukukunda "şeriat zâhire bakar" kaidesi vardır. Lakin bu kaide, kişi hakkında verilen hükümlerde geçerlidir. Fakat şahs-ı manevi veya içtimai hayatın maslahatı söz konusu olduğunda, insanlar birbirlerinin davranışlarını hüsn-ü zanla karşılamalıdır. Zira "müslüman hüsn-ü zanna memurdur" kaidesi de vardır.

Türkiye'deki bazı liberaller ise kişi hakkında geçerli olan kaideyi, şahs-ı maneviler veya içtimai hayatın maslahatlarında kullanarak büyük yanlışlara düşebiliyorlar. Sonra bu yanlışlarının farkına vardıklarında da kıvırıyorlar.

Türkiye'deki liberallerin büyük bir kısmı; hükümeti Kürt sorunu konusunda çok sert eleştiriyor. Hükümetin olumlu şeyler de yaptığını, ama bütün bunların yetersiz olduğunu söyledikten sonra çok sert ve acımasız eleştiriler de getirebiliyor. Uzun zaman bu söylemler devam etti...

Derken Eylül 2011'de Mit-Pkk görüşmesinin ses kaydı internete düştü. Ses kaydında Mit'in (dolayısıyla hükümetin) terör örgütüyle uzlaşma çabaları, çözüm adına müsamaha ile yaklaştıkları, hatta liberallerin en çok hoşuna giden; Öcalan'a "sayın" diye hitap edildiğine şahit olduk. Ses kaydından önce hükümeti Kürt sorunu konusunda çok sert eleştiren bir takım liberaller bir anda kıvırmaya başladılar;

Bravo Akp'ye! İşte Erdoğan'ı şimdi destekleriz! Helal olsun Hakan Fidan'a! Hepimiz Hakan Fidan'ız! vs...

Tabi her gün yeni bir gündem maddesiyle karşı karşıya kalan ülkemizde, bu görüşme de unutulup gitti. Sonra liberaller yeniden özüne dönerek, Kürt sorunu konusunda eski sert eleştirilerine devam ettiler. Fakat bu eleştiriler nedense hep hükümete yönelik oluyordu. Kck ve Pkk'nın yaptıkları nedense pek dillendirilmiyordu.

Sonra Öcalan'ın avukatlarıyla görüştürülmeme kararı alındı. Liberaller dozu daha da yükselterek, Öcalan tecrit ediliyormuş havasına girdiler.

Geçen aylarda Abdullah Öcalan'ın kardeşi Osman Öcalan İmralı'ya ziyaret için gittiğinde, Abdullah Öcalan ile görüşemediği, Abdullah Öcalan'ın kardeşine "Süreç çok hassas. Görüşe şu aşamada çıkmamız uygun değil" dediği medyada düşünce, liberaller yeniden kıvırmaya başladı;

Bravo Akp'ye! Demek ki Mit görevini yapıyor! Helal olsun Hakan Fidan'a! Hepimiz Hakan Fidan'ız! vs...

Bu da unutulduktan sonra liberaller eski sert üsluplarına döndüler.

Dün de Oslo'da Pkk ile görüşen Mit mensupları ifadeye çağrıldı. Ve bugün de iki Emniyet personeli görevlerinden alındı. Liberallerin bu sefer söylemde bir değişikliğe gitmediler. Hakan Fidan'ı eski kıvırmalarında olduğu gibi bu sefer de sahiplendiler. Fakat sahiplenirken bir yandan da onu yem ettiği için hükümete kızdılar.

Liberallerin bir sonraki tutumu ne olacak kestirmek güç...

Zekeriya Öz görevden alındığında "Ergenekon savcıları engelleniyor! Akp'nin amacı ne? Ergenekoncular serbest kalacak!" gibi komplo teorileri uyduruyorlardı. Hiç de dedikleri gibi olmadı...

Bugünkü Emniyet olayı üzerinden de aynı komplo teorilerini kurdular fakat gün gelecek bu da boş çıkacaktır.

İnsan gayba iman eder fakat gayba vakıf değildir. Kapalı kapılar ardında olanları bilemeyiz fakat bu, bizim kapalı kapı ardındaki insanlar hakkında su-i zanna düşmemize sebep olmamalı.

Yani sırf bunların dilinden kurtulmak için hükümet attığı her adımı bunlara haber verecek ki, bu abiler-ablalar ters şeyler yazmasın. Bu da biraz şeffaf devlet demektir ki; bunların şeffaflık anlayışında istihbarat gibi hafî kurumlara da yer yok.

Aslında liberallerin yapacağı şey gayet basit; cemiyet-i sırriye karşısında Akp'ye daha fazla güvenmek ve birazcık da hüsn-ü zan beslemek...