29 Mayıs 2011 Pazar

Fethan karîba

Fâtih Sultan Mehmet han hazretleri cihan topraklarına sadece kılıcıyla değil, aynı zamanda ilmiyle, şefkat ve merhametiyle hükmetmeye gayret göstermiş ve de rüştünü ispat ederek hükmetmiştir. Bu yüzden onun başarıları İskender, Cengiz ve Timurlenk'te olduğu gibi sabun köpüğünü andırmaz. O; ilim, fikir, sanat, iman, insanlık, adalet, devlet kurma ve hizmet terbiyesinin bir mahsulüdür. Hocaları onu; sanat, edebiyat, şiir zevkiyle beslemişlerdir, ilim şevki ve âlime saygıyı öğretmişlerdir. Üstelik onda yarı mutasavvıf çehresiyle babası II. Murad'ın (cennet mekân) ve aile kabiliyeti halinde tekamül eden aşk ve sanatın etkisi fevkalade büyük olmuştur. O, her şeyi kuşatan akademik bir anlayış içinde pozitif bilimlerden ve manevi ilimlerden nasibini almış, hür düşüncesinin, yazmanın, araştırmanın, medeniyete ve insanlığa hizmet gayesiyle düşündüğünü cesaretle ileriye sürmenin, demokratik zihniyetin, sempozyum, konferans ve seminerlerin nimetlerine erişmiştir.
Bu sebeple Fâtih Sultan Mehmet han hazretleri, tarih boyunca hocalara ve eğitim mesleğine hükümdar seviyesinde en büyük değeri veren sayılı devlet başkanları arasında yerini almıştır. Ülke fethetmekten gönül fethetmeyi üstün tutmuştur.

Kur'ân-ı Kerîm'in nazmî tefsiri içinde şöyle bir incelik vardır;

Fetih suresi, Mekke fethinden başlayarak kıyamete kadar elde edilecek bütün fetihleri sarahaten ve işareten anlatır. Fetih suresinde anlatılan fetihlere müyesser olan topluluk öyle bir vasfa sahip olmalı ki Allah'ın nusreti onlarla olsun. Dahası o nusreti ve onun getirisi olan fetihleri hakedebilsin.
İşte bu vasıflar, Fetih suresinden sonra gelen Hucurât suresinde anlatılmaktadır. Hucûrat suresinde Müslümaların; haber ve rivayetlerin doğruluğunu araştırması, kendi aralarında çıkabilecek savaşlara diyalog ve hoşgörü yoluyla engel olmaları, İslam kardeşliğini esas almaları, birbiriyle alay etmemeleri, kötü zandan uzak durmaları, ırkçılığı, kafatasçılığı ve etnik milliyetçiliği terketmeleri, haddi aşıp Allah'a dinini öğretmemeleri, müslüman olmalarını başa kakmamaları gerektiği anlatılmaktadır.

Ancak bu vasıflara sahip olan bir millet Fetih suresinde anlatılan fetihlere ulaşabilir. İşte Fatih Sultan Mehmet han hazretleri, onun şanlı askeri ve halkı, Hucurât suresinde anlatılan vasıflara sahip oldukları için böyle büyük bir fethe mazhar oldular. Zaten Efendiler Efendisi (sav) asırlar evvel “güzel komutan güzel asker” diyerek o vasıflara sahip olacaklarını müjdelemiyor muydu?

O vasıfları yeniden kazanabilme ve o fetihlere yeniden erişebilme arzusu ve duasıyla...

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Çok eşlilik meselesi

Yusuf İslam Türkiye'ye geldiğinde gazeteler röportaj yapmak için sıraya girmişti. Malum medya da bu fırsatı kaçırmaz tabii... Fakat Yusuf İslam önceden bilgilendirilmiş olacak ki hangi medyanın neye hizmet ettiğini gayet iyi biliyor. Bu yüzden malum medyalardan bir tanesinin röportaj teklifini bir şartla kabul etmişti; "Söylediklerimi aynen yayımlayacaksanız..."

Muhabir bu şartı kabul etti. Bir kaç klasik sorudan sonra şahs-ı manevilerinin zihniyetini kusmaya başladı muhabir; "Girdiğiniz İslam dininde; bir erkeğin dört kadınla evlenmesine ne diyeceksiniz? Yani bunun mantığını nasıl kabul edeceksiniz? Siz bir Batılı aydın sanatçı olarak bunu nasıl kabul ettiniz?"
Yusuf İslam asrın getirdiği bu tereddütler ve saçmalıklar karşısında harika bir cevap verdi;
"Ben Müs­lüman olmadan önce binlerce İngiliz kadınıyla yattım kalktım. Siz o za­man gelip de; "bunu niye yaptın ayıp be adam! Bin tane kadınla yatılır mı?" diye sormadınız? Şimdi Allah'a çok şükür Müslüman oldum ve bir tek kadınla evliyim. Yani böyle de devam ettirme niyetindeyim." diyerek ayetin kısa bir açıklamasını yapmıştı.

Cahiliyede namütenahi gayrimeşru sayılan taaddüd-ü zevcat (çok eşlilik) İslam'da "adalet" şartıyla dörde indirilmiştir. Nisa suresi 3. ayetin en çağdaş tefsirini; Mahmut Toptaş'ın "Şifa Tefsiri" ve Seyyid Kutub'un "Fizilal'il Kur'ân" tefsirinde bulabilirsiniz.
Bugün Sibel Üresin'in söylediklerini bir batılı veya din ile alakası olmayan bir sosyolog söylemiş olsaydı kimse tepki göstermez; "bir görüştür en nihayetinde" derdi.
Fakat bu söyleyen bir başörtülü olunca, söylediği de dinde olunca, haliyle "genç laikler rahatsız..."

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Necip Fazıl'dan Özal ve Türkeş'e tavsiyeler

Türkeş'e;

"Değil C.M.K.P. (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi),  Roma'daki Vatikan'dan, Moskova'daki Kremlin'e kadar bütün ideolocya merkezleriyle derhal anlaşmaya ve el ele vermeye hazır olduğumuzu bildirir ve bunun tek şartı olarak şu ana ölçünün kabulünü ileri süreriz:
"Bütün emirleriyle Allah ve Resûlü... Gerisi topyekûn bâtıl!"

Özal'a;

"Mukaddes gayeye erişmek için "El-harbü Hüd'atün" - Harp hiledir" kaidesince her yola başvurmak mübah ve hatta emir olduğuna göre, dış politikada partiyi desteklendirmek için Amerikan nufuzunu kullanmak ve bu mağrur, aynı zamanda ahmak filin ağırlığından faydalanmak gerekir. Arap ve İslâm âlemiyle temasta Amerikalıları ve Sovyetleri gocundurmayacak bir edaya bürünmek başlıca hedeftir."

Mete Tunçay & Bediüzzaman

"11-12 yaşlarımdayken ölüm korkusunu yaşadım. Yakın çevremde bir ölüm falan da olmadı. Yok olma korkusu öyle kendiliğinden geldi. Geceleri yatmaya bile korkuyordum. Çünkü yatınca hemen bunu düşünmeye başlıyordum. Sonra, bu beka sorununu merak ettim. Gerçekten bu dünyadan sonra ahiret yaşamı var mıydı? İslam’dan Budizm’e kadar çeşitli dinlerle ilgilendim. Ölüm korkusu bende o kadar şiddetliydi ki, o çocuk kafamla bir ara, “Kendimi öldüreyim de, bu korkudan kurtulayım” diye düşündüm. Hâlâ da ölümden korkuyorum."


"Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyleyse, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz."

22 Mayıs 2011 Pazar

Mete Tunçay & Bediüzzaman - 2

"Tanıdığım birisi Fransa’ya gitti ve Hıristiyan oldu. Müthiş tepki duydum. İlk gördüğümde, “Niye gavur oldun?” diye üstüne yürüdüm. O da boyun büküp, “Abi, bu ismimizle burada adam yerine konmuyoruz.” dedi. Aslında bu sorunu düşünmüş, kendi geleneklerini yargılamış; başka bir geleneği öğrenmiş ve bir seçim yapmış. Onu takdir etmem lazım, ama bir kızgınlık duydum. Bir Müslüman’ın agnostik olmasını kabul ederim de, düşünüp, taşınıp Hıristiyan, Yahudi olması bana hoş gelmiyor."



"Ecnebi dinsizleri gibi olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah'a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemâlâta medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve dâveti umumî olan âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hattâ Allah'ı kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allah'ı ve kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar; ve hiçbir Müslüman, hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasranî olmaz. Belki dinsiz olur; seciyeleri bozulur, vatana, millete muzır bir hâlete girer."

20 Mayıs 2011 Cuma

2023'ü bekleyin...

Batılı bilim adamları zamanı, düz bir çizgi olarak tarif etmişlerdir. Buna karşılık şarkiyatçılar ise; "İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz." (Al-i İmran; 140) ayetine dayanarak zamanı; dairesel bir çark olarak tarif etmişlerdir.
Zaman bir dönme dolaba benzer. Dönme dolaba binen birisi yukarıya geldiğinde, yeni binen bir başkası aşağıda kalmaktadır. Dolap sürekli döndüğünde birisi aşağıda, birisi yukarıda olmak suretiyle deveran eder.

Bu mesele milletler ve medeniyetler için de geçerlidir. Her medeniyetin bir ömrü vardır. Milletlerin de kendi medeniyetini inşa edip hakimiyet kurması için bir ömrü vardır.
Medeniyetlerin ömür ortalaması 300 sene ile ifade edilmiştir. Kehf suresinde kıssaları anlatılan Ashab-ı Kehf (Yedi Uyuyanlar), bir zâlim hükümdarlık yüzünden 300 sene uyumuştur. Uyandıklarında dine karşı hoşgörülü olan bir başka hükümdarlığın olduğunu müşahade etmişlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan kıssalar olmuş bitmiş hadiseler değil, deveran eden zaman içinde, (sarahaten ve işareten) tarihi süreçte yeniden yaşanabilecek hadiselerdir.

13. asırda kurulup, gül devrini yaşayan -ki gül Efendimiz'i anlatır- Osmanlı İmparatorluğu, 17. asırda gülü bırakıp batıdan laleyi alarak uykuya dalmıştır. Deveran eden zaman içinde; 17. asırda uyuyan Osmanlı, Allah'ın izni ve keremiyle 20. asırda uyanmaya ve 21. asırda da ayağa kalkmaya namzettir.

Kainattaki mükemmelleşme meyiline göre her şey basitten mükemmele doğru gider. Ahirzamanda deccaliyet döneminde, İslam dünyasında muvakkat bir sarsıntı olsa bile, hakimiyetlerini ve şevklerini kaybetseler bile, muvakkat bir aşağıya inmeden sonra İslam dünyası yeniden yukarıya çıkacaktır.

"Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Allah nurunu tamamlayacaktır. Kafirler istemese de..." (Saff; 8)

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır bu ayetin tefsirinde; "İslam yeryüzünde öyle yayılacak ki, Osmanlı onun yanında küçük kalacaktır." der. İsmail Hakkı Bursevi hazretleri de "Ruhu'l Beyan" adlı eserinde bu ayeti tefsir ederken; "Bu vazifeyi Mehdi ve onun talebeleri yapacaktır" der.

"Sabret! Şüphesiz, Allah’ın va’di gerçektir. Ona inanmayanlar sakın seni gevşekliğe ve tedirginliğe sürüklemesinler." (Rum; 60)

Medeniyetler için 300 sene olan ömür ortalaması, ülkeler ve şehirler için de 100 senedir.

"Altı üstüne gelmiş (ıpıssız duran) bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi? O, “Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek (acaba)?” demişti. Bunun üzerine, Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: “Ne kadar (ölü) kaldın?” O, “Bir gün veya bir günden daha az kaldım” diye cevap verdi. Allah, şöyle dedi: “Hayır, yüz sene kaldın..." (Bakara; 259)

Kur'ân-ı Kerîm'in nazmî tefsiri içinde şöyle bir incelik vardır;

Fetih suresi, Mekke fethinden başlayarak kıyamete kadar elde edilecek bütün fetihleri sarahaten ve işaraten anlatır. Fetih suresinde anlatılan fetihlere müyesser olan topluluk öyle bir vasfa sahip olmalı ki Allah'ın nusreti onlarla olsun. Dahası o nusreti ve onun getirisi olan fetihleri hakedebilsin.
İşte bu vasıflar, Fetih suresinden sonra gelen Hucurât suresinde anlatılmaktadır. Hucûrat suresinde Müslümaların; haber ve rivayetlerin doğruluğunu araştırması, kendi aralarında çıkabilecek savaşlara diyalog ve hoşgörü yoluyla engel olmaları, İslam kardeşliğini esas almaları, birbiriyle alay etmemeleri, kötü zandan uzak durmaları, ırkçılığı, kafatasçılığı ve etnik milliyetçiliği terketmeleri, haddi aşıp Allah'a dinini öğretmemeleri, müslüman olmalarını başa kakmamaları gerektiği anlatılmaktadır.

Ancak bu vasıflara sahip olan bir millet Fetih suresinde anlatılan fetihlere ulaşabilir.

Hümeze suresinde; insanları arkalarından çekiştiren, onlarla yüz yüze veya gıyabında alay eden, İslam'ın tenkit ettiği gayr-ı ahlaki davranışları sergileyen, mal ve serveti yaşamının merkezine koyup bunlar için yaşayan insanların akıbeti anlatılmaktadır.
Bir sonraki sure olan Fil suresindeyse; Kâbe'yi yıkmak isteyen Ebrehe ve ordusunun helak olması anlatılır.
Aynı nazmî tefsire göre; Hümeze suresinde anlatılan vasıflara sahip bir milletin akıbeti Fil suresindeki Ebrehe ve ordusunun akıbeti gibi olacaktır.

"İki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt olduğundan; birincisi dese "Öl!" diğeri diyecek "Diril!"
Birinin menfaati zarar, ihtilâf, tedennî, zaaf, uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaati dahi kuvvetimizi, ittihadımızı bizzarure iktiza eder.
"Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı."

Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.
Dediler ki: "Evet, ümitvâr olunuz! Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!"

17 Mayıs 2011 Salı

Odatv Atatürk'e "şeytan" dedi

Odatv yine saçmalıkta ifrata kaçıp, kendine has bir haber yapmış. Habere göre Stv kanalında yayınlanan Kollama dizisinde; İmam camideki cemaate şunları söylüyor: “Şimdi Kürtçe ibadet diye bir şey çıktı. Bir zamanlar da Türkçe ibadet diyerek aynı şeyi yapmadılar mı? Bu aynı şeytandan ders almak değil mi?”

Odatv'ye göre dizide geçen "şeytan" ibaresiyle Atatürk kastedilmiş.

Bu olay bana Bediüzzaman'ın Afyon mahkemesini hatırlattı.
1956 yılında Afyon Savcısı, "Said-i Kürdi, Atatürk'e Deccal dedi" iddiasıyla Bediüzzaman hakkında soruşturma açıyor ve Bediüzzaman mahkemeye çıkarılıyor.

Hakim soruyor; Sen Atatürk'e "Deccal" demişsin?
Bediüzzaman: Hayır ben öyle bir şey demedim. Eserlerimde de öyle bir ibare yoktur.
Hakim: Savcı öyle iddia ediyor ama?
Bediüzzaman: Ben bir terziyim ve mesleğim gereği deccal'e bir "deccaliyet" gömleği diktim. Savcı bey de o gömleği aldı, en münasip gördüğü kişiye, Mustafa Kemal'e giydirdi. Ben Mustafa Kemal'e "Deccal" demedim, Mustafa Kemal'e "Deccal" diyen savcıdır. O halde ben de bu savcıdan şikayetçiyim.

Mahkemede bütün gözler savcıya çevrilir. Ne diyeceğini bilemeyen savcının bütün iddianamesi ve tezi çürümüştür. Böyle bir isnad karşısında kekelemekten kendini alamayıp susmuştur.
Karar; Bediüzzaman beraat etmiştir.

Şablonu aynen alıp bugünkü olaya oturtun ve kararı siz verin.
Atatürk'e "şeytan" diyen Stv mi yoksa Odatv mi?

Bediüzzaman; Kürt sorunu ve anadil

Şiddete ve her türlü menfi harekete teşvik eden Kürtler'e;

"Ey Kürtler! Sizin bey ve ağa, hattâ şeyhleriniz dahi, eğer kuvvete istinad ile kılınçları keskin ise, bizzarûre düşeceklerdir; hem de müstehaktırlar. Eğer akla istinad ile, cebr yerine muhabbeti istimâl ve hissiyâtı, efkâra tâbî ise, o düşmeyecek, belki yükselecektir."

Bütün Türkler'e ve Kürtlere;

"Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadise yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse, acaba hadisi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip nâmûs-u hadisi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şâhâne serbest olsun. "Allah'ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim." (Âl-i İmrân Sûresi; 64) nehyinin sırrına mazhar olsun."

"Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültühâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi;


"Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhât! Bizi akim bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız." 

Birlik ve beraberliğe dair;

"Emin olunuz, biz Kürtler başkalarına benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş'et eder."

Anadilde eğitime dair;

"Ben Kürtçe düşünüyorum, Türkçe ve Arapça yazıyorum. Matbaa-i hayaldeki mütercim acemi; ya kalbin sözünü iyi anlamıyor veya lisânın diline âşinâ değildir. Hem, Türkçenin sarf nahivini bilmediğimden, mânâya giydirdiğim üslûbun düğmeleri pek karışık oluyor. "Hattâ, evet, işte, şimdi, hem de, zîrâ, olan, şu, bu" tekrarları, sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashîhine de katiyen râzı olamıyorum. Zîrâ, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder."

Dawkins & Bediüzzaman

"Her zaman evrim teorisinin, yani bizlerin tesadüfen, sadece bir balçıktan geldiğimiz tezinin bir gerçek olduğuna inanmışımdır. Öldüğümüz zaman, her şey biter, artık hiçbir şey yoktur.
Evrenin varlığını açıklamak için ileri sürülen Tanrı'nın, evrenden daha kompleks olması gerekir. Yani Tanrı'nın varlığı evrenin varlığından daha büyük bir sorundur.
Bu arada, her şeyi bilme ve her şeye gücü yetme vasıflarının birbirleriyle çeliştiği mantıkçıların dikkatinden kaçmamıştır. Eğer Tanrı her şeyi biliyorsa, her şeye gücü yetme özelliğini kullanarak yapacağı şeyler zaten önceden bellidir. Demek ki Tanrı bu belirli eylemlerini değiştiremeyecektir, ki bu da herşeyi yapabilme gücünün olmadığı anlamına gelir."

"Eğer herşey Cenab-ı Hakka isnad edilmezse, bir ân-ı vahidde, gayr-ı mütenahî ilâhların ispatı lâzım gelir. Ve bütün zerrat-ı kâinattan daha çok olan şu ilâhların herbirisi, bütün ilâhlara hem zıd, hem misil olması lâzım geliyor. Ve aynı zamanda, herbirisi, bütün kâinata elini uzatmış, tasarrufatta bulunuyor gibi bir vaziyet alması lâzım gelir. Meselâ, balarısının bir ferdini yaratan bir kudretin hükmü, bütün kâinata cari ve nâfiz olması lâzımdır. Zîra, o balarısı kâinatın unsurlarına nümunedir, eczâsını kâinattan alıyor. Halbuki, vücut sahasında mahal ve makam, yalnız ve yalnız Vâcib-i Ehade mahsustur. Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, herbir zerreye bir ulûhiyet lâzımdır. Meselâ, Ayasofya'nın bânisi inkâr edildiği tardirde, herbir taşı bir Mimar Sinan olması lâzım geliyor. Öyleyse, kâinatın Sânie olan delâleti, kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh, daha zahir, daha evlâdır. Öyleyse, kâinatın inkârı mümkün olsa bile, Sâniin inkârı mümkün değildir.

Şimdi, ey sersem münkir! Haydi, bunu ne ile izah edersin? Senin gibi sersem, âciz, cahil tabiatla mı? Veyahut hadsiz derece hatâ ederek, o Sâni-i Mukaddese tabiat ismini verip, Onun mu'cizât-ı kudretini o tesmiye bahanesiyle tabiata isnad edip bin derece muhâli birden irtikâb etmek mi istersin?

Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir."

Hawking & Bediüzzaman

"İnsan beyni, bileşenleri iflas edince çalışmayacak bir bilgisayara benzer.
Bozulmuş bilgisayarlar için yaşamdan sonra ya da cennet diye birşey yoktur.
Bu, ölümden korkan insanlar için bir peri masalıdır."







"Melâikenin vücudunu ve vazife-i ubûdiyetlerini ispat eden bütün deliller ve hadsiz müşâhedeler, mükâlemeler, dolayısıyla, âlem-i ervâhın ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekânın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saadetin, Cennet ve Cehennemin vücudlarına delâlet ederler. Çünkü, melekler bu âlemleri izn-i İlâhî ile görebilirler ve girerler. Ve Hazret-i Cebrâil gibi, insanlar ile görüşen umum melâike-i mukarrebîn, mezkûr âlemlerin vücudlarını ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyorlar. Görmediğimiz Amerika kıtasının vücudunu, ondan gelenlerin ihbârıyla, bedihî bildiğimiz gibi, yüz tevâtür kuvvetinde bulunan melâike ihbarâtıyla, âlem-i bekânın ve dâr-ı âhiretin ve Cennet ve Cehennemin vücudlarına o katiyette İmân etmek gerektir. Ve öyle de İmân ederiz."

"Rejim tehlikede"yse...

İslâm hükemasının Eflâtun'u ve hekimlerin şeyhi ve filozofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sina, yalnız tıp noktasında, "Yiyin, için fakat israf etmeyin" (A'raf; 31) âyetini şöyle tefsir etmiş;

"Tıp ilmini iki satırla özetliyorum;
Sözün güzelliği kısalığındadır.
Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır.
Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üstüne yemektir..."

15 Mayıs 2011 Pazar

Hem Abbas hem Güçlü

Çok kral adamdır Abbas Güçlü...
Kraldan çok kralcıdır da aynı zamanda...
Genç Bakış programlarında iktidar karşıtı öğrencileri salona doldurup konuşturur ama muhalefeti eleştiren öğrencileri baskı altına alarak susturur.
Misal bir programında Süheyl Batum'u konuk etmişti. Hukuk Fakültesinden bir öğrenci Süheyl Batum'u eleştirmeye başlayınca Süheyl Batum bütün eleştirileri "eyvallah tamam" diye kafa sallayarak karşıladı.
Güçlü Abbas durur mu? Öyle bir atladı ki, Süheyl Batum yanına bir Süheyl Batum bile alsa öyle savunamazdı kendisini. Buyurun kararı siz verin;



Ösym'de olan son olaylarla daha da bir ön plana çıktı bu Güçlü. İktidara karşı kozlar ve 1.700.000'lik bir potansiyeli bulunca ne yapacağını şaşırdı. "İktidar sana söylüyorum cemaat sen anla" türünden yazılar ve konuşmalar yaptı.

Sabi sübyana karşı yapılan ideolojik kışkırtmayı körükledikçe körükledi. "Canım, bir eğitimciye de yakışır mı bu?" demeden önce, ortalıkta "eğitimci" diye geçinen bu adamın gerçek yüzünü ortaya çıkaralım isterseniz.

İşte "eğitimci" Abbas Güçlü'nün, dünyanın dört bir yanında "eğitim" faaliyetlerine yaptığı teşviklerle övgüler ve ödüller alan Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında, montaj kaset furyasının olduğu günlerde yazdığı yazıdan bir bölüm;

"Fethullah ve Apo

...

Kamboçya, Tayland, Tanzanya, Filipinler, Kore ve benzeri ülkelerdeki okullar niye açıldı? Türk bayrağını dalgalandırmak için mi? Yoksa başka amaçlar mı söz konusuydu?..
Yandaşları, devleti ele geçirmeye yönelik sözlerine karşın Atatürk'ü, Türkiye Cumhuriyeti'ni, laikliği öven sözlerini gün yüzüne çıkarmaya başladılar. Meğerse Hoca, Türkiye'ye karşı hizmet aşkıyla yanıyormuş!..
Hatırlayacaksınız aynı sözleri kuyruğu sıkıştığından itibaren Apo da söylüyor. Dostluk, kardeşlik ve hizmet aşkını dilinden düşürmüyor. Kusura bakmasınlar ama, Apo ne kadar inandırıcıysa, Fethullah Hoca da o kadar inandırıcı! Keşke yanılan ben olsaydım..."

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Kahrolası Ashab-ı Uhdud!

Kur'ân-ı Kerîm'in 85. suresi olan Buruc suresinin ilk ayetlerinde Ashab-ı Uhdud'dan bahsedilir. Ashab-ı Uhdud geçmişte yaşamış bir topluluktur. İnanan insanlara eziyet eden, onlara düşman olan bir topluluktur. En meşhur eziyetleri ise; inananları ateş dolu hendeklere atıp yakmaları ve karşılarına geçip bunu soğukkanlılıkla izlemeleridir.


"Andolsun burçlarla dolu göğe! 
Geleceği vâd edilmiş olan kıyamet gününe!
Şâhitlik edene ve şahitlik edilene andolsun ki, 
İnananları yakmak için hendek kazıp içinde alevli ateş yakan Ashab-ı Uhdud lânetlenmiştir. 
O vakit ateşin etrafında oturmuş, inananlara yaptıklarını seyrediyorlardı.
Onlar inananlara ancak; mutlak güç sahibi ve övülmeye lâyık Allah’a iman ettikleri için kızıyorlardı."(1-8)

Kur'ân-ı Kerîm'de geçen hadiseler olmuş bitmiş sıradan tarihi hadiseler değil, her devirde olabilecek tekerrür edebilecek hadiselerdir.
Bediüzzaman hazretleri Buruc suresinin 8. ayetinin işârî tefsirinde; tarihte olmuş bu hadisenin, 19. yy'ın sonlarında, 20. yy'nın başlarında tekerrür ettiğini söylemiştir;

"Alem-i İslâm için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülâgû fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü (hicri) asır ile Harb-i Umumî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle, الْعَزٖيزِ الْحَمٖيدِ (Azîz'il Hamîd) cümlesi makam-ı ebcedî ile altıncı asra ve evvelki cümle gibi kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder." (1. Şua)

Son asrın Ashab-ı Uhdud'u önce Sultan Abdulaziz'i sonra Sultan Abdulhamid'i, sırf inandıkları için bir nevi hendeklere atıp yakmış ve karşılarına geçip soğukkanlılıkla izlemişlerdir.

"Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübra var, oraya bırakılıyor..."

Ah şu zulmetli münevverler!

"Şu Jön Türkün hatâsı: Bilmedi o, bizdeki din hayatın esası.
Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.
Medeniyet müstemir, müstevlî vehmeyledi.
Saadet-i hayatı içinde görüyordu.
Şimdi zaman gösterdi; medeniyet sistemi bozuktu, hem muzırdı.
Tecrübe-i katiye bize bunu gösterdi.
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-i dinle olur, şu milletin ihyâsı. İslâm bunu anladı.
Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkîsi.
İhmâli nispetinde idi milletin tedennîsi.
Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi." (Lemeât)

Özdemir İnce & Bediüzzaman

"Müslümanların çağının çağdaşı olamamasının, dünyayı ve evreni kavrayamamasının en önemli nedeni “Kuran'da yeri var” safsatasıdır.
Diyelim ki İslam ve Kuran modern bilimle örtüşüyor. Bunun Müslümanları aşağılamaktan başka faydası ne? Kuran'a inananlar geri kalmış, yoksul, sefil; demokrasi, özgürlük ve insan haklarından yoksun. Ama Kuran'a inanmayanlar (fakat onun ilim ve irfanından yararlananlar) dünyanın egemeni olmuşlar. Bu nasıl iş?" (17 Temmuz 2010)



"Ey hitabet-i umumiye sıfatıyla gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeâir-i İslâmiyeye zıt ve muhalif olan herzelerle İslâmiyeti lekelendirmeye kat'iyen hakkın yoktur.
Seni kim tevkil etmiştir? Fetvâyı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına, İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşir ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme! Dalâletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü'minînin kabul etmediği birşeyin gazeteyle ilânı, milleti dalâlete dâvettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin, belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!" (Mesnevi-i Nuriye)

Evet... "Her şey zıddıyla bilinir" kaidesince; "Özdemir İnce"ler olmasaydı "Bediüzzaman"lar bilinemezdi. Zira küfür imana zıddır...

Maupassant & Bediüzzaman

"Geçmişi arıyorum, halden korkuyorum, gelecek ise ölümdür. Her şeye acıyorum, her canlıya ağlıyorum. Elimden gelse zamanı durduracağım ve geriye çevireceğim. Saatler dursa çok iyi olur, ama durmadan işliyor, zaman ilerliyor, benden saniyeleri koparıp yokluk adına alıp götürüyor. Ölmek ve bir daha yaşamamak... İşte bu gerçek beni çıldırtıyor." (Saç)






"Herkes derecesine göre nurdan istifade eder.
Eğer ehl-i dalâlet ise, kendi elemiyle beraber, bütün mevcudatın helâketiyle ve fenâsıyla ve zâhirî idamlarıyla, zîruh ise âlâmlarıyla, müteellim olur. Yani, onun küfrü, onun dünyasına adem doldurur, onun başına boşaltır; daha cehenneme gitmeden cehenneme gider...." (24. Mektup)


3 Mayıs 2011 Salı

Usame Bin Laden'i sevmek

“Gerçekten var mıydı yoksa hayal ürünü müydü? Amerika'nın figüranı mıydı?” türünden komplo teorilerine hiç girmeyeceğim. “Vardı, Müslümandı ve bütün eylemleri o yaptırdı” üzerinden hareket edeceğim;

İslam dininde hiçbir Müslüman, ülkesi işgal edildi veya hürriyeti elinden alındı diye tek başına savaş ilan edip, masum insanları hedef alamaz. İslam'da harp; ülke çapında, bütün bir milletin organizasyonu ile ve ancak belli kurallara bağlı kalarak gerçekleştirilebilir. Hiç kimse, kafasına estiği gibi, ulu orta, dinin koyduğu esas ve disiplinlere muhalif bir şekilde bir mücadele şekli ortaya koyamaz. Bu olsa olsa günümüz ulusalcılarının, hükümete karşı halkı kışkırtmak için kullandıkları Mustafa Kemal'in (olmayan) Bursa nutkundan alınan bir fetvadır.

El Kaide örgütünün yaptığı eylemlerin büyük bir çoğunluğu intihar saldırılarıydı. İntihar saldırısında kimin öleceğini seçmek mümkün değildir. Afganistan'a gelen Amerikan kuvvetleriyle çatışmak, yoldan geçen Amerikan araçlarını bombalamak, askerlerini öldürmek kabul edilebilir olsa da, bir metroda veyahut şehrin göbeğinde şuursuzca bomba patlatmak asla kabul edilemez.

Bediüzzaman hazretleri Uhuvvet Risalesi adlı eserinde der ki;

“Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

11 Eylül saldırılarının olduğu gün Dünya Ticaret Merkezi kulelerinde hiç masum insan yoktu, bir tane bile Müslüman yoktu” diyebilir misiniz? İşte Usame bin Laden kanun-u adaleti ve Müslüman'ın temsil vazifesini ayaklar altına alarak İslamofobi'yi körüklemiştir.

İslam'ın 3 veya 4. senesinde Ebu Zerr (r.a) Efendimiz'le (sav) tanışıp Müslüman oldu. O aşk ve şevkle “Çıkıp bunu haykırmam lazım” dedi ve Kabe'ye koştu. Beytullah'ın duvarının dibinde dikildi ve “Lâ ilahe illallah” diye haykırdı. O gün Mekke'de gücü elinde bulunduran müşrikler Ebu Zerr'i dövdüler, Hz. Abbas (r.a) kurtardı. Ertesi gün yine aynısını yaptı yine dövdüler ve yine Hz. Abbas kurtardı. 3. gün yine aynı şey olunca Efendimiz (sav) Ebu Zerr'i karşısına aldı; “Ya Eba Zerr! Senin durumun Müslümanlığın şuanki haline müsait değil. Sen Gıfar oymağına git, bizim zühur ettiğimizi duyunca gelirsin. O güne kadar sen zarar vereceksin bize.” dedi.

Fethullah Gülen Hocaefendi bu hususu destanlaştırırken şöyle devam ediyor; “Yumurtalarımızı kıracaksın! Palazlanmaya yüz tutmuş civcivlerimizi öldüreceksin! Asırlardan beri atılan tohumların ve ruşeymlerin kurumasına sebebiyet vereceksin! Dolu yüklü bulutları tahrik edeceksin! Ümmet-i Muhammed'in doluya tutulmasına sebebiyet vereceksin! Senin durumun müsait değil bu işe! 6. sene aynı şeyi Hz. Ömer (r.a) yapıyor. Ebu Zerr ile aynı saldırılara maruz kalınca Efendimiz'in huzuruna geliyor ve 'Ya Resulallah yol bu değil!' diyor ve hicret etmek zorunda kalıyor. Resul-i Ekrem'in yolu bu...”

Usame bin Laden'i Ebu Zerr ve Hz. Ömer ile aynı kefeye koymaktan Allah'a sığınırım. Değil Ebu Zerr ve Hz. Ömer, Çeçenistan'ın efsane mücahidleri Şamil Basayev ve Cahar Dudayev'le bile aynı kefeye koymaktan Allah'a sığınırım. Demek istediğim şu ki; Bu adam yumurtalarımızı kırmıştır. Palazlanmaya yüz tutan civcivlerimizi öldürmüştür. Asırlardan beri atılan tohumların ve ruşeymlerin kurumasına sebebiyet vermiştir. Dolu yüklü bulutları tahrik etmiş, ümmet-i Muhammed'in doluya tutulmasına neden olmuştur. Hakkı yoktu buna...

Gelelim Usame bin Laden'i sevip destekleyen çakma mücahidlere;

Çakmalıkları bir yana dursun aynı zamanda klavye mücahidleridir. Oturdukları yerden memleket kurtarır, Amerika'yı yıkar yerine İslam devleti kurabilir, aynı zamanda Laden'i şehit ilan edebilirler. Çok severler fakat hiç de destek vermezler Laden'e... Biz yine de laissez faire, laissez passer (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) diyoruz kendilerine.

Bu arkadaşlarımız aynı zamanda düz mantıkta çığır açarak; “Usame bin Laden'i sevmemek, Amerika'yı sevmek ve desteklemektir” tezini savunmaktadırlar.

Usame bin Laden'i sevmemek, Amerika'yı sevmek ve desteklemek değildir. Bir insan Usame bin Laden'i sevmeyip aynı zamanda Amerika'dan da nefret edebilir. Çünkü Amerika ve İsrail gibi ülkelerin yaptığı zulümler eşyanın tabiatıdır ve küfrün iktizasıdır. Ateş yanar, su donar, Amerika ve İsrail zulmeder. Köpeğe “neden havlıyorsun?” diye sormak saçmalıktan başka bir şey değildir.

Bediüzzaman hazretleri der ki;

“İ'lem eyyühe'l-aziz! (Ey aziz kardeşim bil ki!) Kâfirlerin müslümanlara ve ehl-i Kur'ân'a düşman olmaları, küfrün iktizâsındandır. Çünkü, küfür imana zıttır. Maahaza, Kur'ân, kâfirleri ve âbâ ve ecdatlarını idam-ı ebediyle mahkûm etmiştir.”

Peki Usame bin Laden'in yaptıkları neyin iktizasındandır?

Usame bin Laden imanlı gittiyse Allah affetsin.

Sözlerimi, söz Üstad'ının “sözler”iyle bitiriyorum;

“Her Müslim'in her vasfı Müslim olmak vacip iken, haricen her dem vâki', sabit değildir.

Öyle de, her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neşet etmek yine lâzım değildir.

Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neşet etmek, öyle de, her dem sabit değildir.

Demek bir kâfirin Müslim olan bir vasfı, Müslim'deki lâmeşrû vasfına galip olur. Bilvâsıta, o kâfir dahi ona galiptir.

Hem, dünyada hayatın hakkı şâmil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i mânidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mâni değildir.”